KültürManşetSanat

Dünya sanatçısı Özdemir Altan’ın çok vurucu bir yazısı

Maldivler Kutlu Olsun

ozkan eroglu altsayfaAşağıda, geçen günlerde atölyesini ziyaret ettiğim ve resimleri üzerine on yılı aşkın süredir düşünceler geliştirip, iki ciltli bir kitabını da kaleme aldığım bir dünya sanatçısı Özdemir Altan’ın çok benimseyip, sevdiğim bir yazısını köşemde konuk ederek, sunmak istiyorum…

Böyle bir yazıyı misafir etmemin temel nedeni, Özdemir Hoca’nın yazısının iyi olmasının yanı sıra, bugün İstanbul’da bir toz duman altında sürüp giden saçma sapan sanat tartışmalarına da bir akıl yolu olacağını düşündüğüm içindir…

Soyutun Serüveni

Ortalama elli yıllık bir yaşam sürmüş olan Rokoko, bir anlamda Barok’un, aristokrasinin egemenliğinde uğramış olduğu aşırı incelme ve arıtılmışlığa dönüşmesi nedeniyle bir tepki oluşturacaktı. Rönesans’tan bu yana süregelen, izleyici ile uyumluluk gösteren sanat, bütün 19. yüzyıl boyunca giderek artan bir hızla ve yüzyıl sonunda artık insanların suyuna gitme işlevinden hızla uzaklaşmış olacaktı. Gauguin, “yürürken sabolarımın çıkardığı tok sesi duyar gibi oluyorum sanatımda” biçiminde bir ifade kullanırken Cézanne, sanatı müzelerdeki gibi kalıcı hale getirmek istediğini ifade ediyordu. Kendisine bu sözü söyleten etmenin, uzaktan da olsa bir Rokoko akrabası olan Empresyonizm hakkındaki olumsuz düşünceler olduğu kesindir. Van Gogh ise sanatın yüzlerce yıllık huzurlu yüzey geleneğine, yüzeyi ilk kez taciz etmek şeklinde direniyordu. Sanırım bu, çevresiyle geçinemeyen huzursuz adam belki de bilinç altında Rönesans’tan beri süregelen sanatla da geçinemiyordu. Postempresyonistlerin ilk varislerinden olan Picasso ise Kübizm’in nedeni kendine sorulduğunda “fazlaca kadın mesleğine dönüşen empresyonizme tepki gösterdik” biçimindedir.

Kuşkusuz 20. yüzyılın bütün geometrik soyut sanat hareketlerinin ilk tetikleyicisi Kübizm’dir ama gelecekte tam anlamıyla yüzyılı temsil edecek olan modernist sertleşme de van Gogh’un elinde gerçekleşmektedir. Tabii hareketin kuzey kanadının temsilcilerinin de Munch ve Ensor olduğunu ifade etmeliyiz. Unutmayalım ki Ekspresyonizm, insan beğenisine en uyum göstermeyen sanat olarak avangardizmin de ilk yıllarının temsilcisi olma özelliklerini taşımaktadır.

Soyut kavramı üzerine çok basit bir deney gerçekleştirelim: Bir objeye yirmi santim kadar bir mesafeden baktığımızda, görmekte olduğumuz madde somuttur. Birkaç metre uzağa götürdüğümüzde ise değişmeye başlayacaktır, yani soyutlanmaya… Bir konunun aynı anda üç fotoğrafçı tarafından aynı açıdan çekildiğini düşünelim, sonuçlar farklı olacaktır. Görülüyor ki soyuttan kurtuluş yok.

Bütün sanat tarihi veya daha geniş tutalım insanlık tarihi boyunca yapılan sanatın tek bir ölçütü var, o da iyi olup olmadığıdır. Neye göre iyi? Kuralları var mı? Kesin ve açıklanabilir bir kural yok. Ama ilginç değil mi? Çünkü ya iyi, ya da iyi değil. Anlaşılan şu ki, gizli bazı kurallar var ve yine anlaşılan biz sanatçılar bunu avangard görüntümüze zarar vereceği için kabullenmeyi bir onur sorunu yapıyoruz. Ama sonuçta sanat bir tane, ama milyon türlü.

Taş devrinden günümüze belki sembolizm ve onun devamı olan kavramsal sanat dışında kalan bütün çağların sanatının iyi ve kalıcı olanlarının da tek özelliği kesin ve tartışılamaz olan soyut değerlerinin kusursuzluğudur. Yani bir başyapıtta sanat elemanları, sanatçının üslup seçimi ile birlikte en doğru bir biçimde kullanılmaktadır. Derslerimde öğrencilerime bir İtalyan primitifini, bir Tintoretto’yu, Picasso’yu ekranda ters çevirerek izlettirdiğimde tablonun sağlığından hiç bir şey kaybetmeden fakat bu sefer soyut bir resim olarak ve bazen etkileyiciliği de artarak başyapıt olma özelliğini koruduğunu görüyoruz.

Doğaldan soyuta doğru değişim sürecine “Soyutlama” denmektedir. Gerçekle ilintisini tamamen kesmiş olan sanat ise 1912’de Kandinsky ve onunla birlikte ve onu izleyen yıllarda Tatlin, Gontcharova, Rodtchenko, Rosanova, Larionov, El Lissitzky, Lipchitz, Malevich ve çok sayıda yine Rus sanatçı tarafından uygulandı ve buna Konstrüktivizm, Süprematizm, Rayonizm gibi figüratif olmadıklarını tanımlayan isimler verildi. Bu isimlerin içerdikleri anlamlardan da anlaşıldığı üzere resimde konudan, yani doğal olandan soyutlanılırken İtalyan primitiflerinden bu yana sanatın, katıksız ve çocuksu safiyetine ilk kez dönüşüne de tanık olunuyordu. Yalın, dolaysız, kendini taşıyıcıkla yükümlü kılmayan sanata… Görüldüğü üzere soyut sanat, Picasso’nun uyarısıyla sonuçta büyük çoğunlukla Rus sanatçıların kucağına doğuyor. Yani kesin Rus, bir miktar da Mondrian’ın malı. Kupka’yı da bunlara dahil etmemiz gerekiyor.

Bu olağanüstü oluşumun kısa hikayesi şöyle: Çarlık dönemi Rusya’sında plastik sanatlar genellikle akademik ve daha sonra Art Nouveau eğiliminde. Ancak müzik ve edebiyat ise kelimenin tam anlamıyla dev… İki Rus zengin Sergei Cthchoikine ile İvan Morosof Paris’e giderler ve o esnada Fransızlar’ın bile henüz tam anlamı ile hazmedememiş olduğu Gauguin, Cézanne, Matisse ve daha birçok ressamın yapıtlarını toplar ve ülkelerine getirirler. Bugünkü Hermitaj müzesinin koleksiyonunun büyük bir bölümü bu yapıtlardan oluşmaktadır. Bu iki sanat koruyucusu, saygın kişi, getirdikleri resimleri malikanelerinin duvarlarına ve tavanlara kadar asarak sosyokültürel konumları dolayısıyla dokunsan meyve verecek halde gergin ve hazır bekleyen genç sanatçılara gösterirler. Sonrası malum, yukarıda sözünü ettiğimiz üç akım birden, yüzyılın tamamının uğrayacağı bir sele dönüşecektir.

yunanistan golden visa yurt disi emlak 2024

Tabii bu dev ihtilalde 19. yüzyıl sonundaki Egzotizm, Primitivizm gibi geleneksel Hıristiyan kültürüne yeni alternatif eğilimlerin büyük katkısı vardı. Nabizm, Art Nouveau gibi irrasyonel gelişmelerin de katılımı koşuluyla… Özet olarak 19. yüzyıl ortalarında Realizm, Romantizm, İdelaizm, Naturalizm ve Empresyonizm’in Paris’te birbirinden kısa bir yürüyüş yolu mesafede ikamet eden sanatçılarının, dolaylı olarak üç Postempresyonist’e “20. yüzyılın kapısını aralıyınız” startını verdiğine tanık oluyoruz. Sonra hep birlikte gördük; bugün genel olarak “Gerçekçi”, “Romantik”, “Yapısalcı”, “Simgeci” olarak dört ana başlıkta tasnif edilebilinen tüm sanatın uygulayıcılarının tamamı, Dünyada sanatın bağımsızlık, özgürlük gibi insanlık tarihinin en saygın öğelerini zaman, yer, iklim farkı gözetmeksizin birlikte yaşamaktadırlar. Yirminci yüzyılın ilk otuz yılını kapsayacak olan bu lirik ve geometrik soyut sanat, onu izleyen zamanlarda da kesintisiz sürdü. Paris’in merkez olduğu bu ekol önceleri “Abstre”, “Abstraksiyon”, “Non Figüratif” gibi isimlerle anılıyorken, Amerika’da oluşan daha radikal ve sert hareket “Abstract Expressionnisme” adının bir anlamda tescil edilmesiyle noktalandı.

Ekspresyonizm’in, kanıma göre, ona bu sıfatın verilmesindeki özelliklerinden dolayı figüratif bir sanat türü olması gerekir. Kuzey sanatı bütün sanat tarihi boyunca iç gerçek ve ifade, güney sanatı ise mutlak güzellik üzerine kurguludur. Dolayısıyla Alman Rönesans’ında başlayan bu gerilim sanatı, yüzyıllar boyunca yine Alman sanatında varlığını sürdürürken sonuçta, Munch ve Ensor ile bütün nitelikleriyle birlikte aynen Postempresyonistler’in işlevi gibi ve aynı günlerde yani 19. Yüzyıl sonunda karakteristik özelliklerine erişti. Yirminci yüzyıl başında Die Brücke ve ardından Der Blaue Reiter ile günümüze doğru yönelirken ise her aşamasında insan olgusunun iç gerçeğini hedef edindi. Bu bakımdan umarım ki Abstract Expressionnisme gibi biraz aceleye gelmiş tanımlamaya insanoğlu daha uygun isim bulur. Action Painting’in Froydien (S. Freud) gereçeklerle denetimsiz boşalma bağlamında irdelenmesi de kanımca konumuş olan bu isme bir dayanak ve içerik arayışından ibarettir. Yani denetimsizliğine evet ama, ekspresyonist olmaya yeterli olmasına hayır diye düşünüyorum. Örneğin Yeni Ekspresyonizm’in, Primitivizm’i de aşan acemilik, keyfilik, hatta sorumsuzluk etmenleri aracılığı ile vardığı etki yoğunluğu, ne demek istediğimi sanırım yeterince açıklayabilmektedir. Bu sıraladığım kötü huylar, aklıma tuhaf bir çekicilik ve karizmatik bir geçerlilik kazandırmamaktadırlar. Açık konuşalım Ekspresyonizm baştan beri zayıf, güçsüz, bugün ne yapacağı bilinmez çaresiz insanı malzeme yapan sanattır ve bu hiç değişmemiştir. Picasso’ya soyut hakkında ne düşündüğünü sorarlar, yanıtı; “çok iyi ama nerede bunun dramı” der. Picasso’nun o sözünü ettiği “dram”, en çok ekspresyonistlere lazım değil mi? Emil Nolde ile, soyut ekspresyonizmin bir kolunun temsilcisi olan Ad Reinhardt’ı aynı kafa yapısında sanan veya aynı kategoride irdeleyen çok bilmiş küratörlere sevigilerimle…

Siz istediğiniz kadar bu akımı birbirine taban tabana zıt eğilimlere göre beş bölüme ayırın, ancak hepsinin genel adı nasıl oluyor da “Abstract Expressionnisme” olabiliyor? Bu Delacroix ile Ingres’ın her ikisine birden romantik demek gibi bir şey.

Modernizm, postmodernizm ve onları izleyen günümüz sanatı, pop ve onun ürünü olan akımların hepsindeki genel ruh yukarıda ifade ettiğimiz “Gerçekçi”, “Romantik”, “Yapısalcı”, “Simgeci” başlıklarının tamamındaki yüzyıllık yargı, sanatın soyut espasa yerleşeceği üzerine net görüntülüdür. Sanatın soyut değerleriyle “soyut” arasındaki beraberlik, sonuçta tek başına “soyut kavramı”nın zaferiyle tamamlanmaktadır.

Çok özet olarak soyut sanatın gelişim sürecini inceledikten sonra Türkiye’deki uygulanılışı üzerinde duralım: Tabii ki bu akım Türkiye’ye de yansıyacaktı. İlginç olanı önceleri Türk resminin ön plandaki sanatçıları olan Akademi hocalarının ilgisini çekmemesidir. Onlar dünyanın çok yerinde olduğu gibi “işin kolayı” bağlamında görüyorlardı olayı. İlk sıralarda ve bütün yaşamı boyunca Sabri Berkel önce soyutlama ve sonra minimalist bir soyut sanat geliştirdi. Ancak Berkel’in doğduğu topraklarda aldığı akademik eğitim onu sonuna kadar terketmeyecekti.

Belki biraz fazla ileri gidiyorum ama soyut uygulamayı ilk gerçekleştiren ve hemen hepsi Paris’te yaşayan ressamlarımız da savaş yıllarının kıt koşulları ve maalesef Lévy öğrencileri olmanın dezavantajını taşımaları dolayısıyla, pek de yeterli veya gelişmiş bir konumda değillerdi. O sıralarda Paris’te bulunmaları, kentte bulunan yaklaşık ellibin ressamla birlikte harekete katılımlarının tek nedenidir.

Sanatta ilk formasyon dönemi yaşamsal bir önem taşır. Eğer siz baştan meseleyi doğru anlamamışsanız, genellikle hiçbir şansınız yok demektir. Soyut sanata Paris’te katılan sanatçıların bu girişimlerini küçümsemiyorum, sorun formasyonlarının başlangıç yıllarında yatmaktadır.

Ben bugün ikide birde soyutun duayeni sözünü diline pelesenk edenleri kınıyorum. Bu deyim, hafif sanat ortamındaki sultan, diva, imparator gibi anlamsız sıfatları çağrıştırıyor. Olması gereken kişinin yerine, olmayan kişileri taçlandırmaya ne kadar meraklıyız… Yıllardır Türk resim ve heykeli üzerine yazaılanları da okuduğumda isteksiz yapılan bir görevin umutsuzluğunun ve sancılarının izlerine tanık oluyorum her zaman.

Zeki Faik İzer baştan beri yapısında olan lirizm ve akıcılıkla uluslararası deyimiyle Action Painting tekniğine çok kolay uyum sağladı. Örneğin sağlık sorunu dolayısıyla İzer’in abartılı bir biçimde elleri titrerdi. Böylece mizacı ile fiziki kapasitesi ilginç bir beraberlik oluşturuyordu onda. Adeta kendi bulgusuydu soyut taşist resim İzer’in. Burada çaresizlik, anlayışsızlık ve daha acısı sanat yapmanın gereksiz olduğu gerçeğine varan durumun nelere malolduğunu sanırım açıkça görebilmekteyiz. O dev yetenek olanakları elverseydi daha nerelere erişebilirdi.

Sonra İzer kolajlarını gerçekleştirdi. Kendisi üzerine sözel ve metin olarak şimdiye kadar çok şey ifade ettiğim için fazla bir şey tekrarlamayacağım, ancak bugünün yanlış yapmayı ana prensip olarak benimsediği ve sanatla ilgileri hiç yok iken bir numaralı yargı yetkilisi olarak da müzayedicilerin kurumlaştığı Türkiye umarım ki bir gün aklını başına toparlar. Zira İzer’in bazı boya resimleri ve kolajları Dünya sanatının başyapıtları düzeyindedirler.

Türk resim sanatının sorunu, radikal bir kişilik geliştirememe konusundan önce teknik yetersizliktir.. bunun ilk nedeninin bir kriter oluşturacak, müzeden yoksun olunması gerçeğini sanat ortamının herhalde artık anlamış olması gerekir. Uluslararası gelişmiş sanatı içeren bir müzenin tartışma kaldırmaz bir zorunluluk olduğunu tek başıma iddia ve ilan etmekten artık bunalıyorum. Her yaştan ve cinsten ressamın resimlerini İstanbul Modern’e getirip bıraktığını ve bu kurumun jürisinin de yılda bir toplanıp (bunu alalım, bunu almayalım) dediğini söylesem ne dersiniz. Eğer sizin sanat müzelerinizde Turner, Gauguin, Cézanne, Rodin, Degas, Picasso, Rauschenberg, Beuys, Penck ve yüzlerce diğerlerinden örnekler yoksa tabii meydanı boş bulan da kendini haklı görür ve haklıdır da. Müze koleksiyonunda olanların çoğunluğu, müzeye girmeyi kafasına takmış olanlardan pek de daha iyi şeyler değil ki. İki yıl önce bizim üniversitenin İletişim Fakültesi öğrencileri fakülte girişinin büyük avizesine çoraplar, pabuçlar ve kağıt parçaları vs. asarak kendilerine göre bir sanat etkinliği gerçekleştirmişler. Arkadaşım Fevzi Karakoç sordu; nasıl buldun bunları? Cevabım; “resim müzesi olmayan memlekette bienal yaparsan böyle olur!..”

Sonuçta derim ki, eğer şu ünlü Osmanlı geleneğindeki “herşey Türkiye’de olup bitendir, onun dışında bir şey yoktur” devekuşu alışkanlığını terkedebilirseniz bir boşluğa düşersiniz ki ama ne boşluk… Benim her zaman içinde bulunduğum boşluk…

İster misiniz kırk küsur yıldır espas diye tutturmamın itici gücü ve ana nedeni bu olsun!?..

d Grubu ve çevresini izleyen kuşaklardan sonra gelen, yani ortalama olarak benim kuşağım ve benden sonrakilerin sanata yaklaşımını irdelemek içimden gelmiyor. Hemen hepsi gençlik yıllarındaki yumuşak cesaretlerini bile terkedip estetize, hatta akademik olmada karar kılıyorlar. Hemen tamamının yaptığı, resmi koleksiyoncuya beğendirmek, böylece ünlü olup çok para kazanmak olduklarını biliyorum. Hepsi yakın çevrem ve arkadaşlarım, maalesef bazıları da öğrencim… Zaten hiç değişmemelerinden de anlaşılmıyor mu bu. Biz Türklerin yüzyıllardır çektiği ekonomik yoksunluğun doğal sonucu olan, ülkeyi yönetenlerden sanatçılara, aydınlara kadar her katmanda bu gerçeğin izleri kendini belli etmektedir. Tabii ki böyle bir nedenden kaynaklanan yapının, kültür ve sanat görgüsü de olmayan toplumun en çabuk beğeneceği şey nedir?..

Nedir?

Sanırım diyalektik bizi çok ilginç bir noktaya getirdi; soyuttan ekspresyonist olmaz derken, “nostaljik soyut” gibi bir fenomenle başbaşa kaldık.

Dr. Özkan Eroğlu

 

Konserler

Özkan EROĞLU

Özkan Eroğlu yazılarını Türkiye ve Dünyanın en objektif gazetesi NationalTurk ile takip edin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Maldivler Turu
Başa dön tuşu