Haftanın YorumuManşetUzak DoğuYaşam

İnsanlık için bir manifesto

Bayramınız Kutlu Olsun

ozkan eroglu altsayfa

Eleştirmen Özkan Eroğlu ‘nun “İnsanlık için bir manifesto” adlı yazısı dünyanın bugün geldiği noktaya bir eleştirel bakış, bir manifesto boyutu taşıyor.

NationalTurk yorumcusu düşünür Özkan Eroğlu ‘nun  “İnsanlık için bir manifesto” başlıklı toplumsal eleştirisini sizlerle paylaşıyoruz.

İnsanlık için bir manifesto..!

İnsanlığa indirilen doğa darbeleri, neleri düşündürmez ki bir anda. Felsefenin ne demek olduğunu, doğa felsefesindeki tanımları ve içerdikleri anlamları, taşıyabilecekleri boyutları, gözler önüne getirir bir kez daha. Dünyanın, bireyselliğe indirgenen ve toplumsallaşmayı bir türlü beceremeyen felsefi çabalarındaki eksikler, gün yüzüne çıkar ve bir kere daha fark edilir kanımca.

Bazı şeyler vardır ki, farkında olunsa da, her türlü önlem alınsa da, onlardan kaçılamaz. Fakat bazı ufak önlemlerle, ortaya çıkacak olumsuzluklar aza indirgenebilir. İşte bu önlemleri alabilmek içinse, tarih ve özellikle düşünce tarihinin uyarıları göz önüne alınmalı ve bunlar bir öngörü biçimde kabul edilerek, ileriye devamlı itilmeli, daha da doğru bir söyleyişle, bu konuların soğumasına hiçbir zaman izin verilmemelidir.

Özellikle, “tarihin bir tekrardan ibaret olduğu” düşüncesini kabul ederim ve tarihi gelişmeleri iyi anlamaya çalışırım. Bu, insana nasıl davranması gerektiğini, adeta dikte ettiği gibi, yanı sıra bazı trajikomik durumlara düşmesini de en azından engeller. Tarihte ilgimi çeken bir bölüm ve belki de en önemli bölüm: “Acıların Oluşturduğu Tarih”tir. Sayısız acılar yaşamasına rağmen insanlık, bundan çok az ders almış görüntüsü vermektedir. Bu durumdan en çok yara alan da insanlığın “ortak kültürel mirası”dır ve bunun içinde de en dikkati çeken “sanat”tır diye düşünüyorum.

bourgeois isimsiz 1946
Bourgeois, İsimsiz,1946

İlk insanın ortaya çıktığı Paleolitik dönemde, ilk kez güçlü ile güçsüz karşı karşıya gelmeye başlamıştır. Her iki kitle de, daha o günlerden bugünlere kadar süren değişik psikolojilere girip çıkmaya, acı ve tatlı, zafer ve yenilgi gibi duyguları tatmaya başlamıştır. Bu zamanlardan itibaren, insanın insana ettiğinin yanı sıra, doğanın yerküreye, dolayısıyla insan denen zerreciğe de ettikleri ortadadır. Bir kemik parçası uğruna bir insanın, diğer bir insanı tarih öncesi dönemlerde nasıl eziyete çektiğini görmemek imkânsızdır. Vahşice denilen bu durum, bu ilkel devirlerde kendini kabul ettirmiş, o günden itibaren de kabul ettirmeye devam etmektedir. Bu arada ilkel insan üzerinde doğanın hükmedici, insanı diz çöktürücü bir özelliğinin de olduğunu biliyoruz. İşte bu tip sosyo-psikolojik bir ortamda, yemek de yenmiş, üreme de devam etmiş, sanat da yapılmıştır. İnsanoğlu, genele yaydığı her şeyde iktidar olma hırsını, örneğin bir başka meslektaşının yaptığı resmin üzerine, aynı duvarda resim yapmak suretiyle, gene yok edici davranmaktan Paleolitik dönemde de sakınmamıştır. İnsan, bencil bir varlıktır. Doğanınsa, olumlu veya olumsuza bakışında bencillik yer almaz. Doğa istedi mi, herkes için genel olan bir yargıyı uygulamaya alır ve bunu en acımasız şekilde uygulamaya koyar. İşte tüm doğal felaketlerin her biri, buna iyi bir örnektir.

Bir kere daha üstüne basarak söylüyorum: İnsanlık, tarihten kesinlikle ders çıkarmamıştır. Deyim yerindeyse, uslanmadan yaşamına devam etmektedir. Belki de doğa kanunları, bu tip felaketlerle bazı şeylere dikkat çekmekte, insanlığın bazı hassas konularda daha dikkatli olmasını dilemektedir. Depremler, tsunamiler, su baskınları ve diğerleri doğasaldır, fakat bir şeylere kesinlikle dikkat çekmektedir. Örneğin, doğu komşularımızda olan biten karmaşayı, karışıklıkları dikkatle inceler, hemen ardından yerkürenin deprem şeklinde beliren Van’daki isyanını da bu fotoğrafın yanına koyarsak, ne demek istediğim, sanırım iyi anlaşılacaktır. İnsanları, doğayı bile rahatsız eden bu itişip, kakışmaya, ne, neden itmektedir? Kanımca bu soruların cevabı tektir ve “düşünmeyi bilmemek” olarak verilebilir. Düşünmeyi bilmeyen, eni boyu derinlemesine düşünmeler yapmadan, birdenbire eyleme girişmeler, beklenmedik büyük insani sorun ve bunalımlara yol açabilmektedir. Örneğin tarihte Amerika nereyi işgal etse, oradan kolay kolay çıkamamıştır. Ya da 16. yüzyılda Katoliklerle-Protestanlar arasındaki gerginlik istenmeyecek noktalara vardığında, her iki tarafın da yapacağı bir şey kalmamıştır. Burada bir şey akla gelmekte: Her şeyi yok etmeyi göze alarak, daha doğrusu yıkarak, herkes bir şeyler yapabilir, önemli olan, yapmak istediğiniz ne ise “sosyo-psikolojik yapıyı yıkmadan ve bozmadan olmalıdır” diye düşünüyorum. Örneğin Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında, müslüman olmayan halklara kendi emlaklarında ikamet etmeyi ve ticaretlerini yapmalarına izin vermişti. Bunların en dorukta olanını bir Ceneviz kolonisi olan Galata gayrimüslimlerinde görebilirsiniz. Bu ne demektir? İnsan, insana nasıl davranacağını bilmezse, yani hoşgörüsüz olursa, gene aynı insanın, benzer hoşgörüyü doğadan beklemesi boşunadır, diye düşünüyorum.

louise bourgeois isimsiz 1945
Louise Bourgeois, İsimsiz, 1945

Aslında doğal felaketler konusu, insanı alıp nerelere götürüyor, öyle değil mi?

Ben buraya kadar, insanlığın başına gelen olumsuzlukların iki kaynaklı olduğunu ifade etmeye çalışıyorum öz olarak: Biri insandan, dolayısıyla onun meydana getirdiği buluşları yarar yerine zarar olarak kullanmaktan, diğeriyse doğadan gelenlerdir. Şimdi burada bir şeyin altını çizmeyi de yerinde buluyorum: Doğayı da olumlu, olumsuz kullanmasıyla etkileyen insan olduğuna göre, kanımca birinci kaynağın ikinci kaynağı tetiklediği de tam bir gerçekliktir. Siz bütün yerküreyi nefes alamaz bir şekilde, keyfinize göre binalarla örter, ihtiyaçtan fazla üretir, tüketimi, çevre kirliliğini körüklerseniz, sorarım, doğa buna ne yapsın? İşte o da isyanlarını, depremler başta olmak üzere, belli etmeye başlar. İşe duygusal anlamda bakınca, doğayı da “öteki ben” kavramının ışığı altında bir insan gibi görüp konuşuyorum. Tabii dünyanın evrimine ilişik jeolojik nedenleri de görmememiz, yani bilime karşı durmamız diye bir şey de söz konusu olamaz. Bu noktada da, insan ön plana çıkıyor. O zaman jeolojik gelişmeler zamanında izlenecek, jeologlarla paralel zamanlar yaratılarak, çalışmalar yapılacak, kanımca o zaman da jeolojik evrimden ötürü olabilecek yıkımlar da önlenebilecektir diye düşünüyorum. Bu da tabiidir ki, gene bir kültür meselesidir. Doğu halkları ve oluşturdukları kültür, kanımca Japonya hariç, belli tarihlere kadar uygar ilerlemesine rağmen, özellikle sömürge kültürü altında yıllarca ezilip de, bazı ciddi sanayi gelişmelere son yıllarda hızla girdiklerinden ötürü, sadece kapitalizme odaklanmış, belki de buna zorlanmış görünmektedir. Adı üstünde kapital, yani sermaye, yani para mevzularını gündeme tek başına getiren ideolojilerin faydaları konusu da masaya iyi yatırılmalıdır.

yunanistan golden visa yurt disi emlak 2024

İşin görünen kısmı, belki de bunları söylettiriyor bana. Görünmeyen kısımlarında ise neler oluyor acaba?

Öncelikle dünyada bugün her şey bir taklit unsuru olarak, bir simülasyon yapmaktadır Jean Baudrillard’a göre. Bunu düşününce müthiş ve ürkütücü sonuçlar elde etmemek olanaksızdır. Durum böyle ise, olagelen doğal felaketlerden tutun da, savaşlara kadar, hepsi bilinçli bir tercihle ileri sürülmektedir o zaman. Sanatta, kültürde, bilimde vd. her alanda, her şey yapaydır o zaman. Bu andan itibaren, ilkçağda ortaya konan doğanın birebir taklit edilmesi durumuna (mimesis) benzer, başka bir durum da bugün söz konusudur. Şimdi de, adeta bir filmin senaryosuna eş hayaller, kişisel çıkış bulmuş alegoriler taklit edilmektedir. 2004’de konuşmacı olarak katıldığım Maltepe Üniversitesi’nde, Dünya Felsefe Günü dolayısıyla düzenlenen panelin açılış konuşmasında felsefe profesörü Bedia Akarsu şunu söylemişti: “Amerika’nın verdiği olumsuz girişimlerle, dünya tekrar bir ortaçağ yaşıyor”. Umberto Eco da, sık sık ortaçağ tanımına dönük güncel yazı ve kitaplarıyla dikkat çekmiyor mu yıllardır? Biri bizden, biri Avrupa’dan iki düşünce insanının yaşam felsefelerinin dayandığı noktalar, eğer bugünle ilgili olarak ortaçağ kaynaklı ise, bu konu üzerinde de derinlemesine düşünmelidir günümüz insanı.

Neden ortaçağ? Çünkü, özellikle Batı ve Doğu uluslarının kendi ulusallıkları adına yedikleri nanelerin filmidir ortaçağ! Biri diğerini sömürmekten kaçınmamış, kimi kendini tanrının yerine koymuş, kimi durmadan toprak büyütmeye ant içmiş, vb. Ortaçağda özellikle din kavramı çok iyi sömürülmüş, bugünlerde, o günlerde din kavramının içinin ne kadar boşaltıldığı yapılan araştırmalarda da okunabilmektedir. İşte tüm doğal felaketlerin neredeyse ardı ardına olduğu bugünlerin dünyasının da içi, sadece bir şeyde değil, hemen her şeyde boşaltılmıştır, boşaltılmaya da tüm hızla devam edilmektedir. İnsanlık, yeni bir romantizme itilmektedir sanki. Romantizmin olduğu yerde hiçlik, melankoli, trajedi, sembolist tutum vd. kaçınılmazdır. Ortaçağda da sembolist bir dil vardı ve bugünlerle o günler bu yönden de benzeşmektedir. Eğer bir güç kurumu varsa ve bu kuruma boyun eğenler de bulunuyorsa, söz konusu boyun eğenlerin, gücü oluşturanların yarattığı sembollere, alegorilere-öykülere de inanmaktan başka çaresi kalmaz, kanımca bütün olay budur ve dünya güç konusunda bir denge arzulamaktadır.

Kanımca melankolik bir dünyaya doğru itilmektedir günümüz insanı. Tabiidir ki doğal afetler vb. gibi insanlığı bitirici, yok etmeye yönelik her oluşum, her hareket hiçliği içinde barındırıyorsa, melankolikliği de beraberinde getirecektir. Bundan kaçılamaz. Bu noktadan itibaren yalnızca şu ifade edilebilir: Melankoliden ben, hiçliği anlıyor ve çıkarıyorsam, her doğal felaket, bence insanlığa bir kere daha şunu hatırlatır: Her türlü insanlık oluşumu, aslında boşunadır. Burada Baudrillard’ın savunduğu simülasyon kavramını tekrar hatırlayacak olursak, buradan kısaca her türlü insanlık çabası boşunadır sonucunu yakalarız gibi geliyor bana. Maddi olan boşunadır. Manevi olan iyi etüt edilip, kesinlikle irdelenmelidir. Her türlü doğal felaketler melankolikleştirir insanlığı bugünler açısından. Her şey de sağlamlık (samimiyet) düşüncesi sarsılmıştır artık, sağlamlığa şüphe ile bakılmaktadır. Melankoli, dünyanın önünde sonunda yok olacağını bilen bir olgudur. Fakat bir şey vardır ki insanlık, tarihte bir çok kez tekrarlanan bu durumu, bugüne kadar adeta yok saymıştır ki, o nedenle felaketlerin ardı arkası kesilmeden gelmektedir. Dünyanın gelip geçiciliğine insanın inanması konusu, buradan anlaşılmaktadır ki, oldukça çok zor bir durumu da beraberinde getiriyor. Bu, adeta insanın ölümü olayına benziyor. Biliyoruz, fakat bir şey yapamıyoruz. Bir şeyin yapılabileceği bir nokta varsa o da, ölümü, insanlığın neden bile bile hızlandırdığıdır. En azından bu hız kesilebilir diye düşünülmelidir. Burada da, dünyayı yöneten kimselerin “düşüncecilik” yerine, “politik olma”yı tercih ettikleri hemen akla geliyor. Günümüzde, felaketleri belirleyen temel unsurun adı: “yanlış, hatalı politikalar”dır. Bu, sadece siyasi olanda değil, hemen insanla ilgili her alanda böyle olduğu için, hiçleşmeye doğru hızla gidişi durdurmanın- bir an önce çıkarılan dersler de göz önüne alınarak- yolları aranmalıdır. Bunun da en kestirme ve kanımca doğru yolu, madem bugün bir ortaçağ yaşanmaktadır, o zaman ortaçağa tarihte nasıl karşı durulmuştu sorusunu sorup, alınan cevap olan “hümanizm” kavramını ileri sürmekten başka bir çarenin, dahası insanlığın başka bir çaresinin kalmadığını düşünüyorum. Tarih bize hümanizmin gereklerinin de ne olduğunu gösterdiğine göre, o zaman ne duruyoruz, hemen o göstergeleri yakın takibe alıp, uygulamaya geçirelim. Tarihteki Rönesans olgusunu yine ve yeniden bir kez daha irdelemekten kaçınmayalım…

Özkan Eroğlu

Konserler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Maldivler Turu
Başa dön tuşu