KültürManşetSanat

Her Yanımız Samimiyetten Yoksun

Maldivler Kutlu Olsun

Özkan Eroğlu

NationalTurk yorumcusu, akademisyen Özkan Eroğlu’nun ‘Her Yanımız Samimiyetten Yoksun’ başlıklı yazısı;

Uzun süredir bir şey yazmak istemiyorum, ya da buna, içimden gelmiyor da diyebiliriz. Gözlüyorum olayları, gelişmeleri her alanda. Bir maden faciası yaşandı; büyük kayıplarla. Yine bir sürü öneri, proje taslakları, yara sarma organizasyonları, bunlar tamam da, kalıcı çözümler ve uygulamalar olacak mı? Ben, bu sorunun cevabının olumlu olmasına inanmak istiyorum. Kişinin kendisi, özellikle kendi kendini eğitip, geliştirip insan gibi yaşamak istemeyi kafasına koymadığı sürece bir şeyin değişeceğini de düşünmeyenlerdenim. Ülkeyi yöneten ve onlara muhalefet eden politikacıların acıklı, insan dışı olma gayretleri de açık bir şekilde gözlenmekte. Aslında bazen tam bu noktada yazdıklarımız kendini tekrar ediyor gibi geliyor; çünkü ülkemizde her alandaki yönetici zümreler bir gıdım olsun kendini değiştirip, geliştirip, dönüştürmeye niyetli değil.

Toplumumuzda kültüre, sanata, felsefeye politikadan, siyasetten, ekonomiden varmaya çalışılıyor. En büyük temel eksiklik, dahası yanlış da burada. Gelişmiş ülkelerde bunun tam tersi bir kültür tarihi olgusunun bulunduğunu söylememize gerek bile yok. Ülkemi yönetenlerin genel eğilim eğrisi ve bu eğrinin yönü böyle olunca, doğal olarak sanat, kültür ve felsefe gibi çok mühim alanlardan da bir şey beklemek boşuna; ya da bu alanlardaki nitelikli vurguların oldukça az olduğunu da en baştan kabul etmek gerekiyor.

Bugünlerde Gezi olaylarının yıldönümü boyutunda, meseleyi kullanan kullanana. Bu olaylar olduğunda da olan biten mizansen, dahası gerçekleşenlerin perde arkasını algıladığımdan, o vakitler dilim damağım kurumuş ve adeta donmuş kalmıştım; dolayısıyla da hiçbir tepki veremez haldeydim. Şimdi bakıyorum o günlerde de, bugünlerde de meselenin özünü anlamayanlar, anlamsız mitoslar yaratmanın peşinden gitmekte ısrarcı. O günlerde de meselenin üzerinden, meseleyi kullanan kullanaydı, bugün de sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla bu kullanma artarak devam ediyor. Buradaki samimiyetsizliğin kültür tarihimize bir katkısı olmayacağı gibi gereksiz bir ayakbağına ya da bilhassa genç kuşaklar üzerinde bir kafa karışıklığına neden olacağı gayet açık.

Bir de bakıyorum, sanat ortamımızın kuramsal yönünde inanılmaz bir cehalet almış başını gidiyor. Eleştiri yapmış gibi gözüken tip/ler türemiş, bunlar biraz gazetecilikten beslenerek, ne yazık ki sistematik sanat tarihinin evrimine, felsefesine hâkim olmadan yazılar kaleme almaya çalışıyor. Onlar yazsınlar, düşüncelerini söylesinler, buna asla karşı değilim, fakat düşünceler söylenirken, seviyeler de açığa çıktığından, hiç iyi bir görüntü oluşmuyor; o nedenle böyle kolay açık vermek yerine, daha çok kendilerini geliştirmelerini önerelim ve dileyelim. Bazı tiplerde de Postmodernizm bir takıntı haline gelmiş, üzerlerinde bir eziklik yaratmış durumda ve bu rahatsızlıklarını tedavi etmeye de gayretleri, niyetleri yok. Mesela bazı beylik tespitlerle “ülkemizde şunlar postmodernizmi destekleyen isimler” vb. saçma saptamalar yapmaya kadar iş götürülüyor. Ne kadar basitçe bir hataya düşüştür bu. Hiçbir şey, hiç kimsenin tekelinde değildir; en azından o konuda bir tane derinlikli kanıt ileri sürmediği sürece.

Halen aynı lakırtılar, büyük bir cahillikle dile getiriliyor. Resim öldü mü? diye soruluyor bir de. 1940-1960 arasında dünyanın tartıştığı ve cevabını verdiği bu soruyu, büyük bir cahillikle halen soranlarımızın olması, çok düşündürücü. Daha da komiği, sözü edilen soruya cevap aramaya kalkan kişilerin olması bir de tabii. Sıkılmadan, en az 60 yıl önceki bir şeyi ülkemizde ısıtıp, masaya getiriyorlar. Meseleyi ısıtanlar, bilgi sahibi olmadan ilim sahibi olmayı kafasına koymuş. Bakın yine ısrarla altını çizmek istiyorum ki, şu gazeteci sanat muhabirlerini çok ciddiye almayın, bunlara günün kısa hesapları üzerinden payeler yüklemeyin (geçmişte bu hatalara düşüldü ne yazık ki); onların sanatın kuramsal yanıyla ilgili, ne yazık ki sizin beklediğiniz tutarlı saptamaları yapmaları olası bile değil. Çünkü böyle bir arka planları yok. Tabii bu konudaki en büyük hatalardan biri de, ülkede eleştirmen derneği kurar ve buraya her yazı yazanı alır; bu mecrada hak etmeden herkesi eleştirmen gibi gösterirseniz; ondan sonra da bir sürü kendini bilmez yazarcıkların da çıkması engellenemez hale gelir. Bu, tıpkı özel üniversitelerin mantar gibi çoğalıp, yine mantar gibi öğrenci mezun etmeleri, -parayla diploma dağıtmaları-, bununla da yetinmeyip Lisansüstünü de ele geçirip, aynı kalbura döndürerek, meseledeki çürüme nedenin alttan değil, üstten alta doğru yayıldığının bir göstergesini ortaya koyma durumlarına benzemektedir.

Modernizm, nasıl hemen her çağ için geçerliyse, postmodernizm de hemen her çağ için geçerli bir tanımdır ve bu tanımlamalar sadece yirminci yüzyılı ilgilendirmezler. Bunu öncelikle belirtelim; sonrasında bu karşıtlığı tüm sanatın tarihi üzerinden görmenin de, öyle her baba yiğide gelemeyeceğine de vurgu yapalım. Durum böyle olunca, son 40-50 yıl üzerinden bu tanımlamaları tartışmaya alanların komik bir kısır döngüye düştüklerine rahatlıkla işaret edilebilir.

Ülkemizde siyaset ve ekonomi gibi, sanat da el yordamıyla, hatta başkalarının elleriyle idare ediliyor. Bunu, artık her aklı başında kimse biliyor. Öyleyse, dünya ekonomisi ve siyaset tarihinin sistematik boyutuna hâkim yöneticilere ihtiyaç olduğu gibi, dünya sanatı tarihinin sistematik yapısına hâkim galerici, müzeci, ressam, heykeltıraş, mimar, yazar vb. lere ihtiyaç olduğu kesindir. Ancak sonrasında, söz konusu hâkimiyeti sağlayan kimseler, ülkemizdeki siyaseti, ekonomiyi, sanatı, kültürü vb. güçlü bir eleştiriye tabi tutabilir, dahası yorumlayabilir. Yazımın başlığında vurguladığım gibi, eğer bir alanda samimi olmak ve samimiyeti inşa etmek istiyorsanız; bilgi değil, sistematik bilgiye mutlak ulaşmak ve bunun üzerinden eleştirel ve yorumsal bir süreç gerçekleştirmek zorundasınız; bunun başka bir çaresi yok!

yunanistan golden visa yurt disi emlak 2024

Bir kitabın düşündürdükleri

Arada derede olmak veya meseleyi tekçi bir gözlükle görmek. İkili düşünememek, bileşimci olamamak. Bunlar Türkiye toplumunun, yine Türkiye toplumuna zarar veren yönleri. Çünkü her alan, kendi dışına itilerek yorumlanıyor. Her şey şaka gibi veya en azından ortada böyle bir algı olduğu artık çok açık. İnsanlar birbirlerinin gözlerine baka baka, birbirleriyle dalga geçiyor, hatta yalan söylüyor. Benden olan ve olmayan diye bir ayrım, toplumsal literatürümüze girmiş durumda.

Sanatta her şeyin neredeyse gösterişli bir dünyaya ait olarak gösterilmek istenmesi, abartılı kılınması, yanı sıra Osmanlıdan miras; şaşalı organizasyonların övülüp, büyütülmesi halen devam etmekte. AKP hükümeti ile yükselişe geçen alışık olmadığımız bir sanat piyasası pompalanmaya devam ediyor. Bu piyasa, kendi içinde bir klan oluşturmuş, tüm ilişkilerini üyeleri arasında paylaşıyor. Dışarıdan her türlü ilişki ise yasak. Yani içerdekiler ve dışarıdakiler, bizimkiler ve sizinkiler diye ikiye bölünmüşlük söz konusu. Bunu AKP hükümeti yarattı ve bu yaratılanla topluma büyük zarar verdiği anlaşıldı, fakat gittikçe daha da anlaşılacak. Tarafsız olması gereken, tarafsızlığa örnek olması kaçınılmaz “basın” ve “akademik ortam” da ne yazık ki hükümetin tarafında yerini aldı; büyük çoğunluk olarak. Sanat piyasası, Türkiye’de düne kadar basın ve akademik olanla şekillendiği için, bunlar aracılığıyla AKP hükümetinin (ABD ve AB) politikaları sanat piyasasına da aynen yedirildi; az sonra eleştireceğim kitabın yazarı Hasan Bülent Kahraman’ın sergilediği politik çizgi de, söz konusu hükümet politikalarının bir parçası ve uzantısıdır. Kahraman, soyadı gibi bir kahramanlık örneği oluşturarak, bazı çevreleri kendine bağlamış, içinde olduğu klana hizmet vererek, klan dışında olanlara da herhangi bir yorumda bulunabilecek gücü, kanımca kendinde bulamadığı gibi, yayınladığı bir sanat seçkisi sanallığında eğleniyor. Genele değil de, belirttiğim üzere özele çekilen bu kitabı, söz konusu klanın üyeleri arasında gerçekleşen bir kendi çalar, kendi söyler mantığını ortaya koyuyor. Doğal olarak uzmanı olduğu iş sanat olmayan, akademisyen Kahraman’ın yapabileceği de bu kadar oluyor.
Türkiye için, kitabının giriş yazısında “çağdaş sanatta büyük bir sıçrama” şeklinde bir vurguda bulunuyor ki, bu sıçramanın sadece simülasyona dayalı, çeşitli “simülakr” ve “basit taklit etme”lerin ötesinde olmadığını göremiyor, görmek istemiyor. Ortalama 200 yıllık bir geçmişin, ileri sürdüğü çağdaş sanata arka çıktığını dillendiriyor, fakat daha gerilere ne yazık ki gitmek şöyle dursun, sanatın gerçek terminolojine hâkim olamamanın getirdiği, örneğin minyatür sanatımızın, portallerimizin veya çinilerimizin vb. katkılarını fark etmekten uzak bir durum ortaya koyuyor.

Bugün Türkiye’de üretilen sanatın bazı özgüllükleri olduğuna vurgu yapıyor, fakat bu özgüllüklerin Batıda yapılan sanattan nasıl aşırıldığını sanırım eleştiri ve plastik sanatlar terminolojisine olan bakışından olsa gerektir; gö-re-mi-yor. Evet, bugün postmodernist bir algı bağlamında sanatta her şey mübah gösterilse de, işin rengi aslında öyle değil. Gerçek yaratıları anlamak ve onlara sahip çıkmak kaçınılmaz görev olmalı. Kahraman’ın tüm kitap boyunca böyle bir görevi üstlenme, elini taşın altına koyma niyetinin olmadığı ise tüm haliyle çok açık. Bir de yapılan kaynak taramasını iyi yapmadığı, birçok; bienaller, fuarlar ve diğer sanat hareketleriyle ilgili yazı ve eleştirilere bakmaksızın harekete geçtiği de çok net şekilde anlaşılıyor; sanırım lanse etmek istediğini çoktan kafasına koyduğu için, böyle bir çalışmaya gerek bile duymamış; şırıngalamak istediğini şırıngalamaksa tek amacı.

Ben söyleyeyim, Türkiye’de plastik sanatlar veya sanatın alternatif boyutlu hali üzerinden özgün çalışma/yapıt bulup çıkarmak, dün gibi bugün de zordur ve hatta giderek daha da zorlaşmıştır. Çünkü dünyada bu konuda ileri örnekler ortaya koyan toplumlara ve sanatçılara baktığımızda, onların felsefi ve eleştirel meseleleri nasıl bir süreklilik ve bağıntılamalarla özümlediğini görüyoruz. Türkiye’de ise çoğunlukla genel ahlâk ve saygı anlayışımız gereği, söz konusu özümleme yerine, başka tuhaf, zayıf kişilik davranışları ortaya konarak bir şeylerin elde edilmeye çalışıldığını da çok iyi biliyoruz.

Kahraman’ın Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi sanatı için söylediklerine katılıyorum, fakat ben de meselenin daha gerilerdeki sanatımızda saklı olduğunu ısrarla belirtmek istiyorum. Diyor ki sanatçılar, o dönemlerde Batı’ya gönderildi ve oradaki sanatı, döndüklerinde Türkiye’ye transfer etti. Bakınız, bugün bu transfer, teknik ve teknolojik olanaklarla üstelik postmodernizm kisvesi altında daha da kapsamlı gerçekleştiriliyor. Ve Kahraman’ın bu gerçeğin farkında olduğunu veya olmadığını bilemem, fakat kaleme aldığı metin ve yaptığı seçkiyle ülkenin sanat piyasasına, bazı istisnalar hariç simülakrlar kazandırdığına rahatlıkla işaret edebilirim. Bu noktada, Kahraman’ın kitabı için onu seçti bunu seçti tartışmasına girmem, böyle bir tartışmayı da doğru bulmam, lakin böyle bir tartışma çok sığ olur ki, ben bu sığ tartışmayı 2002’de Kim Sanatçı/ Who is an Artist? kitabını yayınladığımda görmüş ve bu konuda ülkemizdeki seviyenin ne kadar yerlerde olduğunu anlamıştım. Herkes istediğini yapmakta özgürdür, en nihayetinde yapılanlara “gelecek”, en doğru saptamayı yapacaktır; buna inancım tamdır. Fakat benim için asıl önemli olan şudur ki, kendi kendimizi kandırmayı bırakalım.

Priv.-Doz.Dr. Özkan Eroğlu
Habilitation in Philosophie der Kunst

Konserler

Özkan EROĞLU

Özkan Eroğlu yazılarını Türkiye ve Dünyanın en objektif gazetesi NationalTurk ile takip edin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Maldivler Turu
Başa dön tuşu