NationalTurk yorumcusu Dr. Özkan Eroğlu ‘nun “LOUVRE MÜZESİ: Paris’te klasik sanatın temsilcisi” başlıklı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Bu müzenin, plastik sanatlarla ve özelde resim sanatıyla ilgili her yönüyle, klasik bir havasının olduğu doğru. Hatta bu klasik hava bile, o denli güncel yaşamla birleştirilmiş durumda ki, insan buna çok şaşırıyor.
Louvre’un büyük girişlerinden biri de sağlı sollu, çeşitli alış veriş mağazalarının olduğu bir çarşıdan yapılıyor. Önce hayret ediyor, hatta “neden böyle yapmışlar, Louvre’un o tarihsel havasını neden bozmuşlar” diyorsunuz. Fakat düşününce, dünyada bu kadar eleştiri alan; “kült müze”, “depo müze”, “eski müze”, “monoton müze” gibi eleştirilere uğrayan, Louvre gibi müzeleri halka sunmanın, yeni kuşaklara sevdirmenin yöntemlerinden birinin de bu olduğunu anlıyorsunuz. Yani alışverişte bile izleyicinin aklına sanatı sokmak, sanatı unutmamasını sağlamanın en güzel yollarından biri. Belki ilk bakışta, bu tip bir yaklaşım, sanat adına acımasız geliyor insana. Fakat hızın önemli olduğu zamanımızda, bunun başka bir çaresi de yok. İnsan aynı anda birden fazla işi, bir arada götürmeyi öğrenmek zorunda. Öğrendi bile…
Louvre’a çok rahat giriş yapıyorsunuz. Son derece çağdaş bir yaklaşımı var bu klasik müzenin. Girdikten sonra müthiş bir sanat birikiminin içinde buluyorsunuz kendinizi. İç içe birçok salon sizi karşılıyor. Ve her salonda başka bir heyecan söz konusu. Siz, her salonda kendinize yakın hissettiğiniz yapıtlara ulaşıyor, onların önünde daha çok vakit geçirme olanağını yakalıyorsunuz. En önemlisi, Fransızlar kendilerinden o kadar emin ki, fotoğraf veya video kamera çekimine bile izin veriyorlar müze içinde. Bu da İtalyan müzelerinden bir farklılık olarak, Fransızların 1789 devrimi sonrasında, insana ve insanın özgürlüğüne ne kadar özen gösterdiklerinin bir kanıtı olsa gerek. O koca, yüksek tavanlı Louvre salonlarındaki izleyici yığınlarını ve selini görüyor, bundan da çok etkileniyorsunuz. Louvre’da, İtalyan, Flaman, İspanyol ve Alman Rönesansı’nın özgün sanatçılarının çalışmalarını gördüğünüz gibi; özellikle Fransızların 18. yüzyıldaki yeniklasik dönemi de ne kadar yüceleştirdiklerine tanık oluyorsunuz.
Louvre müzesi, içinde neyi barındırıyorsa, onu izleyiciye, tüm kalabalık sergileme görüntüsünü de göze alarak sunan bir müze. Bu durum, ilk bakışta şöyle bir eleştiriyi akla getiriyor: Acaba resimler daha seyrek asılıp, müze odaları kalabalıktan kurtarılarak, izleyiciye resimleri daha rahat görebilme olanağı verilemez miydi? Müzeye yapılacak en büyük eleştiri bu olabilir. Çünkü söylemeye çalıştığım şekildeki bir sergileme, şüphesiz Louvre’un dünyada çok eleştiri alan “hantal” nitelemesinden de kurtulmasını sağlayacak. Bu noktada akla şu geliyor: O zaman izleyicinin her yapıtı görme olasılığı ortadan kalkıyor. Evet, bu doğru. Fakat bu aşamada, her yapıt yerine, sadece göreceği yapıtları bir değerlendirmeye götürmenin izleyiciye daha büyük bir yarar sağlayacağı konusu üzerinde de düşünmek gerekiyor. Aslında Louvre müzesinin yaptığı tam bir gövde gösterisi. Şoven bir görüntü belki de. Bu görüntüyü sunmaları konusunda hakları sonsuza dek var. Fakat sergilenen yapıtsa, bu sergilemenin, bana göre ciddi bir sergileme sistematiği olmalı. Örneğin Pieter Bruegel’in meşhur “Körler” isimli resmi, yüksek tavanlı salonda tavana otuz-kırk santim bir mesafeyle, neredeyse tavana sıfırlanacak bir şekilde asılmamalı. Böylesine önemli bir yapıt göz hizasında, normal bir asma ile sergilenmelidir. Çünkü hangi Bruegel resmi olursa olsun tek başına, başka yapıtlarla asıldığı her hangi bir salonda öne çıkacak ve dikkati çekebilecek güçtedir. Burada konunun biraz milliyetçilikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kendilerini çok ön plana çıkaran Fransızlar, kendilerinin ardından antik sanatın en yetkin takipçisi olan İtalyanları gündeme getiriyor, daha sonra Alman, Flaman vb. klasik sanat temsilcileri geriden geliyor.
Müzenin içinde halen birçok insan, şövaleleri üzerinde kopya çalışmaları yapmakta ve müzeden, adeta bir akademi gibi eğitim almaya devam etmekte. Bu özgürlük görüntüleri, kanımca önemli. Çünkü bu durum Louvre’a, belki de bir müze olarak bakmak yerine, adeta bir okul olarak bakmanın daha doğru olacağı sonucuna götürüyor insanı. Bu arada “müze-eğitim”, “eğitim-müze” iç içeliklerinin ne demek olduğu ve özellikle bir topluma sağladığı ve sağlayacağı yararlar konusunda, düşünmenin çok gerekli olduğu da ifade edilmeli. “Müze, içinde bir şeylerin korunduğu ve sergilendiği yer olmaktan çok, ciddi kurguların ve öğretilerin gelişmesine ön ayak olmaya yarayan bir yerdir” düşüncesi, böylece kendiliğinden ortaya çıkmakta.
Louvre müzesine İtalyan ve Fransız resim sanatı ayrımında bakmanın bir gelenek olduğunu görüyoruz. Bu gelenekten yapılan bakışta, kuzey ülkelerinin Rönesans yapıtları ikincil bir duruma düşüyor otomatikman.
Bu bağlamda İtalyan sanatının Giotto’ya ait “Kutsal İzlerin Belirişi” isimli resmi, Fra Angelico’ya ait “Taç Giyme Töreni” isimli resim, Cimabue’nin “Madonna”sı gibi İtalyan sanatının doğuşuna büyük hizmetleri olan ressam ve yapıtların başı çekmeleri, yanı sıra Da Vinci’ye ayrılan ve içinde Kayalıklar Bakiresi resminin de bulunduğu muhteşem duvarın dikkat çekiciliği, nihayet Mona Lisa’nın, adeta bir kilisenin apsis duvarı kadar etkili bir yüzeye asılması, müzenin izleyiciyi şok eden genel önem noktaları olarak görünüyor.
Michelangelo’nun hocası Ghirlandaio’ya ait bir çalışmadaki duygusal alışverişi çok etkileyici. Kompozisyonda büyükbaba ve torunu arasındaki bir diyalog anı resmedilmiş, o iki figürün aralarındaki sessel kıpırtıyı bile duyacak bir sıcaklık ressam tarafından izleyiciye aktarılıyor gibi.
Kompozisyonda sadece iki figürün gözlerine takılıp, bu bakışma ilişkisinden çok etkileniliyor. Çocuğun sol elinin, büyükbabanın bedenine değme gerçekliği ve aynı zamanda şiirselliği, izleyeni etkileyen cinsten detaylardan biri.
Mantegna’nın “Aziz Sebastian” isimli çalışmasında da, bulutların geri planda takındığı tavır kadar, vücuduna oklar saplanmış aziz figürünün, sanki oklardan hiç etkilenmemişçesine davranması ve heykel gibi, duruşunu hiç bozmaması, Rönesans insanının çektiği onca sıkıntıya rağmen, bayrağını elinden düşürmeyen bir asker gibi mücadeleci ve dolayısıyla gündeme gelen dik duruşunu algılatmakta.
Da Vinci’nin “Vaftizci John”un da ise, sağ elin işaret parmağını kullanma yoluyla gerçekleştirdiği etkili vurgusu aklımıza bir kere daha kazınıyor. Ghirlandaio’da olduğu gibi, nasıl geri plan ön plana ilgisiz kalıyorsa, Vinci’nin bu çalışmasında da el ve parmak işaretinden gerisi, izleyiciyi çok etkilememekte.
Raphael’in o muhteşem portre çalışması “Balthazar Castiglione resminde de, adamın bakışları sizi resme bağlıyor. O bakışlar ki, kostümle, adeta bir zıtlık içinde oluşuyla, bir başka etkili noktasıydı resmin. Bakış ne kadar doğal ve halktan birisinin bakışıysa, kostüm de o denli bu vurgularımı reddeder bir pozisyon yaratıyor.
Giorgione’nin “Konser”inde de iki erkeğin giyinik ve birbiriyle diyalog halinde olması, yanı sıra iki kadının da çıplak ve birbirinden kopuk olmaları durumlarının yarattığı karşıtlık dikkatimizi çekiyor. Burada geri planın hiç mi hiç önemi olmadığı gibi, erkekler bu dünyaya ait olduklarını daha bir perçinlerken, kadınlar için aynı şeyi söylemek neredeyse olanaksızlaşıyor.
Veronese’in “Cana”sında da, çok kalabalık ve bir o kadar da hareketli figürlerin bir kompozisyona dönüşmesi, ilgi çeken bir nokta halini alıyor. Bütünden böyle bir etki alırken, bütün içinde gezinmek istemeniz, insana Michelangelo’nun “Mahşer”ini ya da Bruegel’in “Çocuk Oyunları” resimlerini hatırlatıyor. Tabi bu arada, resmin kompozisyonundaki insan figürü kalabalığı, izleyici kalabalığıyla acayip şekilde birleşiyor ve böylece ortaya enteresan görüntüler de çıkıyor.
Jan Van Eyck’in “La Vierge au Donateur”ü de tam tersine geri planındaki müthiş detaycılığıyla, izleyici hayranlığını sağlıyor, bu kez ise ön planla ilgilenme gereksinimi duymuyorduk. Hatta müzede, bu resme büyüteçle bakmaya ve bir şeyleri görmeye çalışan insanlara da rastlandıkça, o zaman olayı daha rahat anlayabilme olanağı yakalanıyor.
Rubens’in “Maria Medici’nin Gelişi” resminde de, odak nokta güzel bir bayan olan ve Rubens tarafından da iyi yansıtılan Medici ve yanı sıra onu karşılayan askerin reveransıydı.
Resim, kompozisyonundaki bu dünya ve başka dünya ayrımını vermesiyle bir önem sunmaktaydı. Resmin alt tarafında mitolojik bir alegori, üstte ise yaşamın içinden bir görüntü yan yana getirilerek, bir gerilim yaratılmış.
Van Dyck’ın çoğu resimlerinde temel figüre dimdik bir duruşla yüklediği ‘abidevi konumlandırma’ da, şaşırtmaya devam ediyor.
Frans Hals’da, resim tarihinde uygulanmış, belki de en erken ekspresif boyamaların biçimsel olarak görünmesi, şaşırtıcı bir hal ortaya koyuyor.
Hollanda’nın 17. yüzyıl manzaracılarında (Van Goyen, Ruisdael, Ostade vb.) doğa görünümlerinin; bir bulut kütlesinin veya deniz suyu hareketinin, bir figür resminde olduğu gibi, adeta ciddi biçimde kimlik kazanmış halleri, etkileyici olmanın, boyut değişse bile, etkilemeye devam ettiğinin bir göstergesi.Dünya resmindeki tüm manzara resimleri, içindeki özgünlükleri bir tarafa, özellikle resim tarihindeki bulut hareketlerinin gelişimi açısından da önem taşır.
Rembrandt ise, özellikle figürlü resimlerinin gerek konulu olanlarında (Emmaus’ta Yemek, Filozof vb.), gerekse portre çalışmalarında ışık ve dolayısıyla gölge aracılığıyla, resimlerine kattığı ifadelerle öne çıkmayı başarıyor.
Fransız Barok ressamlardan, özellikle Poussin’in çalışmalarında ilginç bir mitolojik hava, sizi o resimlere çekiyor.
Tam karanlıkçı veya aydınlıkçı diyemeyeceğimiz tarzdaki atmosferleri, söz konusu resmin genel kozmosuna müthiş katkılarda bulunuyor.
Watteau’nun “Gilles”indeyse, resmin solundaki o eşek ve dikkati çeken gözü, her halde hiç unutulmayacak bir işarettir.
Bir büyük salonu kaplayan Fransız yeniklasikleri ve romantikleri, abidevi sayılabilecek boyutlardaki kompozisyonlarıyla, izleyeni adeta bir anda şok ediyor. Bu resimler içinde David’in “Horasların Yemini”, “Madame Recamier”i, çok büyük bir resim olan “Napolyon’un Taç Giyme Töreni” izleyeni etkilemeye devam ediyor.
Gericault’un “Medusa’nın Salı” resmi, estirdiği rüzgarla içine çekiyordu izleyiciyi adeta. Aynı şekilde Ingres resimleri ve Delacroix’nın “Halka Önderlik Eden Özgürlük” kompozisyonu bir kere daha kendine baktırıp, düşündürürken, etkilemeye ısrarla devam ediyor.
Bu arada Prud’hon’un “La Justice et la divine poursuivant le Crime”inin de, özellikle Gümrükçü Rousseau’yu nasıl etkilediğini düşünmeden edemiyorsunuz. Bu durum çok ilgi çekici.
İlk bakışta bir klasik sanat deposunun müze olarak sunulmuş hali görülüyor Louvre’da. “Müzelerin aslında en değerli yerleridir depoları” sözü akla bir anda geliveriyor ve bu görüşten hareketle, izleyiciye tüm cesaretiyle müzenin önemli yapıtlarını sunan Fransızların genel olarak çok doğru bir hareket içinde oldukları kabul ediliyor. İsteyen istediği resmin önünde istediği kadar kalabilme olanağını yakalıyor ve görüntüsünü de kaydedebiliyor. Zaten söz konusu yoğunluk içinde resim olmaktan çıkarak yapıta, hatta başyapıt olmaya ulaşmış resimlere hemen ulaşıyorsunuz. Bu noktada, klasik veya çağdaş olsun, resim müzelerini resim, yapıt ve baş yapıt ayrımında izleyebilmenin tek olanağını bu tip, zaman zaman yadırganan “kalabalık sergilemeli müzelerde” bulunabilediği de belirtilmeli. Yıllarca reprodüksiyonlarından görülen bir çok çalışmayı, canlı ve tam karşısından görünce çok etkilenmediğiniz, hatta hayal kırıklıkları yaşadığınız da olabiliyor. Louvre’da da benzer basit hayal kırıklıklarını yaşayabiliyorsunuz. Bu da işin trajik bir boyutu olarak yorumlanabilir.
Sonuç olarak, genel bir söyleyişle Louvre’a sırasıyla resim sanatı bağlamında “İtalyan ekolü”, “Flaman ekolü”, “14, 17 ve 18. yüzyıllardaki Fransız ekolü”, “19. yüzyıldaki Fransız ekolü”, “Alman ekolü” ve “İspanyol ekolü” şeklinde altı temel ekol ayrımı bağlamında bakılabilir.
Dr. Özkan Eroğlu