Sanat ve Filozofi 1

Sanat düşünürü Priv.-Doz. Dr. Özkan Eroğlu tarafından 2010’da bir grup Yüksek Lisans öğrencisiyle gerçekleştirilen ve bugünlerde kitaplaştırılmak üzere çözümlenen ses kayıtlarından oluşan dört workshopun birincisi olan “Sanat ve Filozofi üzerine genel tartışma (1 Eylül 2010)”nın metinlerini aşağıda sunuyoruz.
Özkan Eroğlu: Sanat ve filozofi üzerine genel bir tartışma yapacağız bugün.
‘Filozofi’ Batı dillerinde ‘felsefe’ye karşılık gelen bir sözcük, fakat ben gene de filozofi tanımının daha derin bir anlam içerdiğini düşünüyorum. Filozofi, tarihinin nesnelliğini alıp biriktiren bir alan değil bizdeki gibi. Bizde filozofi deyince, genellikle filozofi tarihi anlaşılıyor ve mesele, öznelliğe çok fazla yer vermeden ele alınıyor. Belirli kalıplardan üzerinden ilerleniyor. Oysa Batı’da filozofi dediğimiz meselenin içinde bir söylem var. Filozof kendi söylemini geliştirmekte. İşte bu çok önemli bir ayrım. Dolayısıyla, bu workshop söz konusu olduğunda; konuyu tartışmak üzere, dört ana başlık belirledim.
Çalışmamızın bu ilk gününde, sanatın ve filozofinin öznel yanları üzerinden genel bir tartışma açmak istiyorum. Böylelikle önümüzdeki üç toplantının da zeminini oluşturabiliriz. Sanat ve filozofi deyince zihnimizde oluşan dolanımlardan hareketle ilerleyebiliriz diye düşünüyorum.
Filozofi ile sanatın sıkı bağı, aslında filozofi tarafında yoğunlaşıyor. Gombrich (Ernst Hans Josef Gombrich: (1909-2001) Viyana doğumlu, 1936’dan itibaren yaşamının büyük bölümünü İngiltere’de geçiren sanat tarihçisi. En önemli eseri olarak kabul edilen, Sanatın Öyküsü Türkçe de dahil olmak üzere, 18 dile çevrilmiştir., sanatın filozofisi olduğunu dile getiriyor. Sanatın filozofisinin daha derinlikli, tartışılabilir bir tanımlama olduğunu söylüyor. “Filozofinin sanatı mı? Sanatın filozofisi mi?” derken, böyle bir ayrımda, sanatın filozofisi tanımının tartışmaya çok daha olanaklı bir alan olduğunu bize açıklamaya çalışıyor. Ben Gombrich’in bu görüşlerine katılıyorum.
Sanat filozofisi deyince, önce sanat sözcüğü geliyorsa, sanat sözcüğünden hareket etmek ve ilk olarak onu tanımlamak gerekiyor. Ancak ‘sanat’ sözcüğünün tanımlamasını yapmak, herhalde dünyanın en zor işi. Sanatın birçok tanımı olabilir. Bir cümle ile; “sanat” deyince aklınıza ne geliyor, paylaşır mısınız?
Özlem Kalkan Erenus: Sanat bir varolma meselesidir, bence.
Çimen Sökmensüer Bayburtlu: Sanat, yapan kişinin iç dünyasının yansımasıdır.
Ayşegül Utku Günaydın: Anahtar sözcükler geliyor insanın aklına. Çünkü her şekilde altı boş kalacak. Doldurulması güç bir anahtar sözcük gibi algılanabilir.
Laris Alara Kilimci: Bir şekilde kendi içini de açarak konuşabildiğin bir şey, ama tabi anlaması zor olan, farklı bir şey.
Ö. E.: Yine bir anlam sorunsalı var, öyle değil mi? Zorlanıyoruz.
Pelin Kilimci: Herkesin farklı bir karakteri var ve o karakterin farklı şekillerde, sanat olarak yansıması.
Ö.E.: Karaktere indirgenebilen bir sorunsal olarak sanat…
Melis Coşkun.: Biçim ve içerik kelimeleri geliyor aklıma.
Sonat Gökdel.: Sanat, küre şeklinde bir odada köşeye tükürmektir.
Ö.E.: Gördüğünüz üzere, hepimizin farklı tanımı var, sanatla ilgili olarak. Bana soracak olursanız sanat, boşluk.
Ö.K.E.: Ya da her şey!
Ö.E.: 1960’da bir galeriyi boş bıraktılar ve buna sanat yapıtı dediler. 1961’de de galeriyi çöplerle doldurup, buna da “sanat” dediler. Böyle olduğu zaman hem boşluk, hem doluluk kavramları karşımıza çıkıyor.
Ö.K.E.: Cevap verme niteliği, karşılıklı olma durumu ortaya çıkıyor. İşi diyaloğa sürükleyerek, öznelliğe taşıyor, kişiselleştiriyor.
Ö.E.: Görüş açısının belirginleşmesi dediğimiz bir mesele var orada. Yani az önce söylediğiniz, “küre şeklindeki bir odada köşeye tükürmek” gibi. Burada belirlilik ve belirsizlikten bahsediliyor. Ama burada bir cümle içerisinde bu karşıtlık kullanılırken, öbür tarafta iki farklı sanatçı, iki ayrı sergilemede zıtlığı gündeme getirerek, tartışma açıyor. Bu enteresan, ama aynı zamanda örtüşen iki şey. Dolayısıyla, sanat sözcüğünün pek çok anlamı var. Ama filozofiye baktığımızda filozofinin tanımı çok net aslında. Doluluk ve boşluk olguları birbirine nasıl karşıt ise, sanat ve filozofi sözcüklerinin de, bir boş ve dolu şeklinde, birbirleriyle karşıtlaştığına tanık oluyoruz. Filozofinin tanımı belli; düşünce bilimi. Düşünme üzerine yapılan bir etkinlik, bir bilim, fikir etkinliği, derin bir fikir etkinliği. Batı’daki filozofi sözcüğünde işte bu derin etkinlik söz konusu. Ülkemizdeki filozofi söz konusu olduğunda ise, daha sığ bir etkinlikten söz edilebilir.
Böyle bir karşılaştırma durumu var. Peki, neden hep Batı diyoruz? Aslında Doğu buldu, Batı ise tekrarladı. Doğu resminde boşluk ve doluluk kavramlarının müthiş bir biçimde kurgulandığını görüyoruz. Bir Hint, bir Japon ya da Çin sanatında mesela… Aslında Batı’nın bulduğu bir şey değil; karşıtlıklar ilkesi. Ama sanatta ve filozofide bunu sistematize edenin Batı olduğunu söylersek, Batı’nın olaya çok fazla katkısı olduğunu kabul ederken, bu buluşun Batı’ya ait olmadığını da dile getirmiş oluruz. Bu, bence önemli. O zaman demek ki sanat filozofisi dediğimiz zaman geniş ve dar alanlı iki sözcüğü yan yana getirmiş oluyoruz. İşte bu bir önem noktası.
Buradan hareketle şu denebilir; sanatın tarihi vardır, filozofinin de bir tarihi vardır. Peki, tarih etki altında kalan bir olgu mudur? Bu tartışılabilir. Gerek sanatın tarihi, gerekse filozofinin tarihi etkiler altında mıdır? Evet. O zaman, acaba sanatın da filozofinin de tarihi bir nebze olsun kandırılmış olabilir mi? Evet, kandırılmış olabilir. Nasıl kandırılır? Mısır’da firavun kandırır, Osmanlı’da padişah kandırır, Bizans’ta imparator kandırabilir… Etkileyebilir de… Hakim güç -parasal güç- onda olduğu için kandırabilir. Bu kandırmaca ne zamana kadar devam edebilir?
Sanatın ve filozofinin ünik yapısı, özerk yapısı oluşmaya başladığı an, kandırmalar azalmaya başlayabilir. Biz bu kandırmaların azalmaya başlaması için, din faktörünün sanattan elini ayağını çekmeye başladığı andan itibaren bu kandırmacanın sona erebileceğini iddia edebiliriz. Dolayısıyla Batı’da da, Doğu’da da, tarihsel anlamda din hükmünün sona erdiği dönemlere bakmak gerekecek. O zaman Batı için bu dönem, ‘aşağı yukarı Orta Çağ’dır’ demek mantıklı duruyor. Rönesans’la birlikte, en azından sanatın ve filozofinin tarihi daha üniter bir bakış açısına başvurmaya başlar. Zengin ailelerin hakimiyeti yavaş yavaş ortaya çıkar ve bir üniterleşme kendi içinde gündeme gelir. Tabi bu üniterleşme de aslında bağımsızlık değildir. Sanat ve filozofide bağımsızlığın ele geçirilmesi uzunca bir zaman alacaktır. Sanatta bu patlama bana göre 19. yüzyılda gerçekleşir, filozofide ise 18. yüzyılın sonlarına doğru; Kant’la (Immanuel Kant: (1724-1804) Eleştirel filozofinin gelişmesinde büyük rol oynayan Alman filozof. En önemli eseri olarak kabul edilen Arı Usun Eleştirisi, Türkçe olarak, İdea Yayınevi tarafından 2010’da yayınlanmıştır.) birlikte ilk defa özgürleşme şansı bulur. Neden? Çünkü sözünü ettiğim dönemlerde, öznel duygular, iç duygular harekete geçmeye başlar her ikisinde de. O zaman her ikisi için de bir özgürlük, yani “sanatçıya ve filozofa dönüklük” devreye girer.
Aslında çağımızdan baktığımızda, bir anlamda, bu özerkleşme bize çok da uzak bir tarihte gerçekleşmiyor. Yani sanatın ve filozofinin sistem kazanması çok da eski değil. Kandırılan sanat ve kandırılan filozofi uzun yüzyıllara yayılıyorken, biz bunu nasıl algılayacağız? İşte burada algı meselesi devreye giriyor. Daha doğrusu her birey için bu algı farklı olacaktır. Örneğin ben son dönemlerde CIA ile ilgili okumalar üzerine yoğunlaştım. Çünkü 20. yüzyılın sanatı üzerinde bu örgütün kuvvetli etkileri var. Aslında buna benzer kastlar, buna benzer kuruluşlar her yüzyılın içinde var, gizli gizli.
Sanat ve filozofi ilişkisinin içinde birey olup olmama sorunu da, birey kavramından hareketle, üzerinde durulması gereken bir konu. Birey yaratıcı ve yaratıcı olmayan sanatı ve filozofiyi nasıl belirleyebilir? Nasıl belirlemelidir ya da? Nasıl bir yol izlenmelidir? Bireyin yapısı gereği “uyanık” olması yeterli midir? Hayır, değildir. Peki, bireyin bilgi ile donanımlı olması yeterli midir? Hayır. Bilgi ile değil, sistematik bilgi ile donanımlı olması önemlidir. Çünkü birey, algıda usunu seleksiyon yaparak kullanmaya, dolayısıyla ayırt etmeye, ayıklamaya başlar. Bu, önemli bir meseledir. Bunu her bireyin zihni yapabilir mi? Yapamaz, mümkün değil. Dışarıdan bakan bir araştırmacı olarak, bireylerin morfolojik yapısını da incelerken, onu da ayırt edecek bir zekâya sahip olmanın önemi ortaya çıkıyor. Bu ayırt edici zekânın sahibi ‘üst birey’dir.
Bu durumda, ‘birey’ ve ‘üst birey’ gibi bir ayrımla karşılaşırız. Birey, genelle ilgilenen bir kişi. Üst birey ise, gerek sanatın, gerekse filozofinin yaratıcı olan taraflarında araştırma yapabilen bir yeteneğe, manevra gücüne sahip olan kişi. Üst insan modeli, Nietzsche’nin (Friedrich Wilhelm Nietzsche: (1844-1900) Geleneksel din, ahlak ve filozofi anlayışlarına yönelik özgün ve çarpıcı eleştirileriyle, 20. yüzyıl sanatçıları ve sanat akımları üzerinde büyük etki yaratan, Alman filozof.) ortaya koyduğu bir olgu. Üst insan modeli, siyasette “ari ırk” dediğimiz, Almanların üstün insan zihin konusunu da tarifler. Bu, sanat anlamında etkileyebildi mi? Filozofi anlamında etkileyebildi mi? Etkileyemedi. Genlerden ve kandan mı yola çıkmak gerekirdi peki? Hitler’in yaptığı en büyük yanlış o noktadadır. Bir ülke ne kadar fakir olursa olsun, mutlak surette kültür ve sanattan hareket etmek zorundadır. Çünkü ancak oradan üst modelini yaratabilir. “Ekonomi iyi değil. Sanat, kültür ve filozofi nasıl iyi olacak ülkemizde?” diyorlar mesela. Ben bu görüşe katılmıyorum. Ekonominin iyi olmadığı dönemlerde batı uygarlıkları -tesadüf odur ki- en büyük mimarlarını, en büyük ressamlarını, en büyük düşünürlerini yetiştirmiştir. Bu noktaya dikkat çekmek gerekir. Bu işin kapitalle çok ilgisi yok. Hatta hiç ilgisi yok. Bu tamamen bir içsellik meselesi ve içsellik donanımı ile ilgili. İşe gelmeyen politikalar, ancak bu tür uydurmaca safsatalar yaratıyor toplumlarda. Bu da her çağda tipik bir kapitalizm oyunu olarak beliriyor. Her çağda kapitalizm oldu, kapitalizm sadece 20. yüzyılın vahşi bir politikası değil, her çağda var. Derebeylik de kapitalizme bir ön-örnektir. Rönesans’ta Medici’ler (Medici Ailesi: Floransa’da yaşayan, 13. ve 17. yüzyıllar arasında hem politik hem de sanatsal alanda büyük etkileri olan zengin ve güçlü aile.) İtalya’da kapitalizmin nabzını ellerinde tutan ailelerin en başında geleniydi. Yunan’da da meclis üyeleri ve üst aristokrat kesimin içinde benzer bir güç vardı. Yani bu kapital güç hep oldu. Sanatı ve filozofiyi etkiledi mi peki? Kapitalistlerin sandığı anlamıyla hayır, etkilemedi ve aksine ona itici güç verdi; tahrik edici bir etkide bulundu. Buradan bizim, üçüncü dünya ülkesi Türkiye olarak da, çıkarımlarımızın olması lazım, ama bu çıkarımları edinebilmek için, ‘birey’ modelinden ‘üst birey’ modeline geçecek sistemin yaratılması gerekiyor. Ama bu üst birey bizde kolay çıkmıyor ve işte sıkıntı da burada başlıyor. Bu durum, tüm üçüncü dünya ülkelerinin genel bir sıkıntısı aslında.
Sanat ve filozofi için üst bireyleşme önemliyse, o zaman bir tür seçkincilik de devreye giriyor. Yani seçkin olma, ama bu, burjuvaya ait bir seçkinlik değil. İnsan zihninin kalitesine dönük bir seçkinlikten bahsediyorum. Buna dönük bir seçmeyi kim yapacak? Bütün mesele burada, olayın kilit noktası bu. İşte sanat ve filozofi konusunda, özellikle bugünkü genel tartışmanın özü, bu seçmenin nasıl yapılabileceği ve bu seçme adına sanatın ve filozofinin nasıl bir açılıma uğratılabileceğidir?
Sanatı ve filozofiyi bu yönde bir parçalamaya tabi tutabiliriz. Önce sanattan başlayalım. Sanatı, filozofi ile birlikte düşünerek, daha sonra da salt filozofiyi düşünerek bir parçalamaya gidebiliriz.
Korku/korkmak kavramları. Korkmak fiili. Bunun sanat filozofisi ile ilgisi nedir? Korkmak ve korkmamak. Korku, bilindiği üzere Freud’un (Sigmund Freud: (1856-1939) Geliştirdiği psikanaliz yöntemini, sanatsal ve felsefi sorulara yanıt sağlayacak bir sistem olarak değerlendiren Avusturyalı nörolog.) çok yakından ilgilendiği bir kavram. Katkı maddeli ve katkı maddesiz insanın korku edinimleri -korkunun kişide yarattığı etkiler- üzerine notları var Freud’un. Bu tür deneyleri var.
İlk insanın çıktığı dönem olan ‘Mağara Dönemi’ insanında, korku faktörünün çok önemli olduğu görülür. Korku burada, antropolojik olarak müthiş bir değer taşır. Bu noktada, çağdaş sanattaki primitivizm (primitiflik) geliyor aklımıza. Daha eski çağlar içinse, daha çok “ilkel” sözcüğü kullanılıyor kaynaklarda. Bakıldığında her ikisinde de korku kavramının önemli bir yer edindiği görülür.
O zaman bu bağlamda primitif sanat ve primitif filozofi konusu nasıl tartışılabilir? Primitif sanat iyi kötü bir yere oturtulur. Primitif sanat için, bugün Fransa’daki Lascaux gibi, bizdeki Beldibi, Karain gibi mağaralarda bulunan duvar resimleri örnek verilebilir. Ya da bulunan, taştan, ahşaptan yontulmuş heykeller sayılabilir. Son derece kaba, kunt, doğurgan tanrıça fikrini bize anımsatan heykellerdir bunlar. Resimler ise, aynen film şeridi gibi, ilkellerin yaşadıklarını bize verebilir. Peki filozofinin ilkeli, primitifi nedir öyleyse? Bunun için ilk insanın zihin yapısı konusunu biraz kurcalamak gerekiyor.
Bu resimleri mağaralara yapan insanın zihin yapısının bizim için antropolojik anlamda çok önemi olduğunu; bu insanlardaki kavramın ne olduğunu görüyoruz: Hayatta kalmak ve kendini korumak. Bu insanların korkuları var mı? Evet var. Korkmadıkları var mı? Evet, deneyimleyerek var. O zaman şöyle bir sonuç çıkıyor ortaya; sanat da, filozofi de bir neden ortaya koyar. O nedensellik üzerinden belirli korkuları da içine alarak kendi açılımını yapmaya gayret eder. Filozofi ve sanatın ortak noktası budur: Neden ve sonuç ilişkisi. Buradan hareketle, ilk insanın bu neden ve sonuç ilişkisine dair ilkel kaygılarının olduğu ve bu kaygılardan, neden ve sonuca gittiğini, halen bugün 21. yüzyılın başlarında bile sanatta ve filozofide bu ilk kaygıları duyan insanın ‘üst birey’ modelini oluşturduğunu iddia edebiliriz. Bu noktada, “21. yüzyıl insanı, mağara insanına mı indirgenecek?” şeklinde bir soru gelebilir akıllara. Evet. Freud da bunu yapmaya çalışmıştır. Tabii, bunun bazı kimyasal maddelerle değil de, içle halledilmesi gereğine inanıyorum. Nasıl indirgenebilir? Bertaraf ederek indirgenebilir. Kapitali, maddiyatı, her türlü maddi değeri bertaraf edererek yapılabilir bu. İçini tamamen maneviyata -mümkün olduğunca büyük bir oranda- yönlendirebilirse insan, bu olabilir.
Sanatta ve filozofide ‘içsellik’ kavramı çok önemli. Kişinin iç sesi. Buna nasıl ulaşacağız? 21. yüzyıl insanının temel kaygısı bu. Okuduğu kitaplar, yapacağı tartışmalar, düşünceler, zihninde dolananlarla, her kişi bunu kendisi yapacak. Burada personel bir durum var. Yan etkiler olabilir. Ama bu yan etkiler için de kimse reçete yazamaz. 21. yüzyıl insanı böyle bir zor durumla karşı karşıya. 21. yüzyılda sanatın tıkanması ve filozofinin artık aynı cümleleri, sözcükleri kullanması bundandır. Sanat tıkanmıştır artık. Öncelikle bunun altını çizelim. Özelikle yaratıcı sanat dediğimiz boyut tıkanmıştır.
“Her şeye sanat denilen sanat” devam etmektedir. O yaratıcı sanatı bulgulayan ve peşinden giden, zaten ‘üst birey’ olacaktır.
Ö.K.E.: Sanat, filozofiye bu noktada da yaklaşıyor mu peki? Filozofi de yeni söylem üretemiyorsa, orada da bir tıkanıklıktan söz edilebilir.
Ö.E.: Doğru. Söylem üretmek derken, söylemi üretiyor. Ama arkasını getiremiyor yeni filozofi. Okurun -ya da dinleyenin- kafasını da çok karıştırıyor. Aslında öz olarak filozofi ve sanatın ortak bir noktası da, basit algılanabilir olmaları. Bu da altı çizilmesi gereken bir konu. Ama buradaki ‘basit’ kavramı, onun basit olabileceğini, basit olarak algılanabileceğini görebilme yeteneğidir aslında. Öyle bir yetenekten yoksundur günümüz insanı. Gözlerinin adeta kör olmasına neden olan o kadar çok şey vardır ki, bunu gündeme getirmesi bile olası değildir günümüz insanının. Hatta hiç değildir; hiçleşmiştir bu noktada…
‘Hiçleşme’yi içeren hiçlik filozofisi de çökmüştür. Ve aslında belki de Nietzsche iflas etmiştir günümüzde ve bu çok acı bir tablodur. 19. yüzyıl filozofisinin en önemli yapı taşlarından biridir Nietzsche. Hiçliği ötelere taşıyan bir düşünür. Hiçliği ‘varlık’ açısından da tartışabilen bir filozof. “Böyle Buyurdu Zerdüşt” (Türkçe olarak pek çok farklı çevirisi yayımlanan kitap; Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan Mustafa Tüzel çevirisiyle “Böyle Söyledi Zerdüşt”, Kabalcı Yayınları’ndan Ahmet Cemal çevirisiyle “İşte Böyle Dedi Zerdüşt” adlarıyla çıkmıştır.) bunun en güzel örneğidir. Böyle önemli bir filozofun iflası, kilitlenmeye neden olmuştur. Yüz senelik, yüzyirmi senelik filozofilerin iflası, temelde büyük bir sıkıntıyı da beraberinde getirir. 20. ve 21. yüzyıl sanatı ve filozofisi ile daha önceki yüzyılların sanatı ve filozofisi arasında, tarihsellik anlamında böyle bir ayrım var. Gerçekten daha evvelki filozofide ve sanatta geçmişin iflası görülmez. Rönesans Gotik’ten etkilenir, Barok Maniyerizm’den. Birbirini yok etmeksizin gelirler gündeme. Ama 20. yüzyıla bakıldığında, illaki Empresyonizm’i Fovizm, Fovizm’i Kübizm ezecek; yok etmeye çalışacaktır, iflasını isteyecektir ki, kendi var olabilsin. Sartre’ın (Jean-Paul Sartre: (1905-1980) Varoluşçu filozofiyi geniş kitlelerle buluşturan, Fransız yazar ve düşünür.) da, aynı şekilde varoluşçuluğu savunan bir çok filozofun da böyle bir kaygısı yoktur aslında.
Sanat tarihinde ‘devşirme malzeme’ terimi vardır. Örneğin bir Bizans yapısının mermer parçasını alarak, bir Osmanlı camisinin yapımında kullanır mimar. Bu bir devşirme malzeme kullanımıdır ve önemli bir filozofi içerir aslında.
‘Kanıksamak’ olgusuyla büyük uyum gösterir. Kanıksar ve ‘bu Hristiyan kilisesinin bir malzemesidir’ demeden, devşirme malzemeyi cami yapımında kullanır. Bu önemli bir noktadır. Mesela Orta Çağ’da Gotik katedrallerde yivli sütunlar bulunur. Bu yivli sütunların Orta Çağ’da filozofik bir açıklaması vardır. Bütün keşişler, din adamları yapar bu katedralleri ve ustalık önemlidir, imza değil. Bu yivli sütunlardan Rönesans da Maniyerizm de yararlanmıştır. Mesela Descartes (René Descartes: (1596-1650) Kartezyenizm öğretisi ile modern filozofinin oluşumunda önemli katkıları olan, Fransız bilimadamı ve filozof.), Orta Çağ filozofu Ockham’lı William’dan (Ockham’lı William: 14. yüzyılda yaşamış, İngiliz Fransiskan papazı ve skolastik düşünür.) çok beslenmiştir. Sanat ve filozofi bağlamında bu tür ilişkiler çok önemlidir ve önemsenmelidir.
İç sesine en çok kulak verenler arasında, 1905’lerde hareketlenmiş olan Alman Dışavurumcular sayılabilir. İç sesine çok önem vermişler, öznelliğin tek çıkış noktası olabileceğini, insanlar için özgür yaşama kavramının gerekliliğini, insanların doğa filozofisinden etki almasının önemini dile getirmişlerdir. Romantikler de 19. yüzyılda aynı şeyi söyler. Ortaçağ mistikleri de aynı şeylerden bahseder. Onların da doğadan nasıl yararlanılacağı konusunda açıklamaları vardır.
Bu noktada, ‘doğa filozofisi’ diye bir kavram girmektedir devreye. Filozofi ve sanat ilişkisinde, ‘içsellik’ kavramının yanına, bir de ‘doğa’ ve ‘doğa filozofisi’ kavramları eklenir. Özetle doğa, hazırlayıcı bir etkendir.
‘Üst birey’ modelini ne tespit edebilir? diye sormuştuk daha önce. Bunu tespit edecek en önemli olgulardan biri de ‘arık doğa’ kavramıdır. ‘Doğa’ kavramını bitirirseniz, filozofiyi ve sanatı da bitirirsiniz. Giorgione’yi, Tiziano’yu, Leonardo’yu bitirirsiniz. Doğa kirlendiğinde o büyük sanatçılar, o büyük filozoflar da biter. Hiçbir hükmü kalmaz. Sadece müzelerde aniden karşımıza çıkan yapıtları aracılığıyla bakarız onlara. İçleri boşalır. Net bir şekilde söylenebilir ki, insan filozofisi ve doğa filozofisi sanatı etkileyen iki temel alandır. Sanat ve filozofi ilişkisinde, otomatikman insan filozofisi ve doğa filozofisine ihtiyaç olduğu açık bir şekilde ortaya çıkar. Dikkat ederseniz, Batı’daki sanatçılar arasında, Uzakdoğu dinlerine bir akış görülmektedir. “Tek tanrılı dinlerin iflası mı gerçekleşiyor?” sorusu tam bu noktada akla gelebilir.
Tarihteki çok tanrılı ve tek tanrılı sistemleri iyi incelemek gerekir. Çok tanrılı ve tek tanrılı meseleler, filozofiyi ve sanatı çok derinden etkileyen meselelerdir. Aslında özü siyasetten gelir bunların. Roma İmparatorluğu kopma noktasına geldiği anlarda bu mesele devreye girmiştir. Kopma gerçekleştiğinde değil de, katakomp filozofisi işlemeye başladığında, yani yer altı mezarlarında çok tanrılı olgudan tek tanrılı olguya geçme sırasında, insanların gizli ibadetlerini yaptıkları dönemlerde görürüz bu atılımı ki, bu da 4. yüzyıldan daha öncedir. Acaba şimdi de tersi bir eğilim mi var? Filozofinin sanata katkısı bağlamında, derinlikli düşünce, her an her yerde kurgulanabilir. Yeter ki istenç olsun; bireylerde filozofi ve sanat istenci olsun.
Ö.K.E.: Üst birey olma bahsinde, bir tür ‘zihinsel seçkinciliği’ gündeme getirdik. Tarihsel olarak baktığımız zaman, her dönemde ‘ayrıcalıklı’ bir kesim olduğunu görüyoruz. Din ile, kapital ile, burjuvazinin gücü ile bir ‘ayrıcalıklı’ kesim yaratılmış. Bu ‘zihinsel seçkincilik’ fikri de aynı şekilde bir ‘ayrıcalık’ kategorisi yaratabilir gibi duruyor.
Ö.E.: “Eskinin yanlışına onlar da düşebilir” mi demek istiyorsun?
Ö.K.E.: Bu sürecin nasıl yürütüleceğine bağlı. ‘Zihinsel seçkincilik’ bir ayrıcalık öngörüyorsa, bu konularda yapılacak beyin fırtınası da, yine herkes için olmayacak demektir.
Ö.E.: Bu, geçmişteki o kandırılma meselesine bağlanabilir aslında.
Ö.K.E.: Birbiriyle çok ilişkili. Kandırılmamak için sanatı ve filozofiyi kendi içindeki dinamiklerle değerlendirmek bir anahtarken, şimdi söz konusu ettiğimiz ‘ayrıcalıklı’ kesim için bu dinamikler, kandırmak için kullanılacak yeni bir kaynak oluşturabilir.
Ö.E.: Bu da bizim aradığımız şey olur, bu durumda. Şöyle bir soru yönelteyim size: Filozofi ve sanat dairesel mi, yoksa düz bir çizgi hareketi midir? Dairesel, diyorsunuz. Peki dairesel olmalı mıdır? Yoksa öznellik adına düz bir çizgi mi olmalıdır? Filozofi ve sanatın dairesel bir çizgi bağlamına yönelmemesi için ne yapılmalıdır? Ne gibi önlemler alınabilir, özellikle sanat açısından? Tekrarlamamak gerekir. Etki altına girmemek gerekir. Etkilenmek psikolojik bir olgudur. Her insan etkilenir mi? Etkilenir. Üst insan etkilenir mi? Evet, az da olsa etkilenir. Üst bireyin etkilenme olayı, daha azdır ve farkındalık kavramını da yanına almalıdır. Farkında olabilmenin kıstasları nelerdir? Nasıl farkında olabilir insan?
L.A.K.: Çok da etrafı önemsememektir. Kişiliği ortaya koyabilmek adına.
Öznur Kepçe: Yukarıdan kendine bakabilmesi insanın…
A.U.G: Farkındalık için insanın, baştan beri söylediğimiz sistematik bilgi ile donanmış olması şart.
Ö.E.: Önemli tabii. Kişinin ‘uyanık’ olabilmesi adına, en azından.
A.U.G.: Temeli oluştursun ki, ‘uyanık’ olabilsin sonrasında.
Ö.E.: Nesnellik, öznellik. Nesnellikten öznelliğe mi gider insan, öznellikten nesnelliğe mi yönelir? Bunu da tespit etmek gerek.
M.C.: Nesnellikten öznelliğe varmaz mı?
Ö.E.: Yaratıcılık için tam tersi olması gerekmez mi? Öznel olabilmeli, o öznellikten nesnel kabul edilebilecek bir noktaya gelmeli. Mağaralardaki duvar resimleri mesela, özneldir tamamen. Ama tabi bir nesneye bağlıdır.
Ö.K.E.: Bu noktada dairesel hareket çıkıyor yine karşımıza. Yani nesnel bir takım faktörler öznel yorumuyla ortaya konuyor diyebiliriz.
Ö.E.: Mağara duvarındaki her bizon aynı bizon değil ama. Burada öznellik devreye giriyor. Demek ki onu çizen, farklı eller ve farklı zihinler var. Birbirine benzetmemek için gayret etmiyor belki, ama yeteneği onu oraya götürüyor. İnsanın yeteneği ile çizebilme, boyayabilme, düşünebilme boyutlarını basite indirgemesi, sadeleştirmesi, mümkün olduğu kadar da kendine mal edebilmesi gerekir. Burada ‘kendine mal etme’, ‘biricikleştirme’ gibi kavramlar devreye giriyor. Sanatta ‘biriciklik’ kavramı çok önemli. Öyle bir yapıt ortaya koymalısınız ki, o biricik olmalı, herşeyiyle size ait olmalı. Bence filozofide de ileri sürdüğünüz bir töz size ait olmalı, biricik olmalı.
Bu noktada, nesnellikle öznelliği iyi ayırt ederek, bir sanatçının ve bir filozofun nesnellikten ne kadar yararlanabileceğini çok iyi belirlemesi lazım. Böyle bir durum doğuyor; nesnelliği bilecek, fark edecek, onu sistematize edecek, ama öznelliğe gidecek. Kendi olacak. Mesele bundan ibaret. Nesneden tabii ki kopmayacak, çünkü nesneler dünyasındayız. Ama biricik olmak adına, biricik estetik yaratma adına, o nesnellikten önemli bir derecede kopmasını becerebilecek. Bu önemli bir nokta.
Ö.K.E.: Nesnellikten kopmayı beceremezse, mistik bir alanda sıkışıp kalacak.
Ö.E.: Mimesis yapacak. Biz direkt, ilk defa filozofinin etki altına alındığı Yunan koloni dönemine geliriz işte. Yunan filozofisinin özünde de mimesis dediğimiz taklit olgusu var. Taklit etme, bir zanaattir derler, İlk Çağ filozofisinde, temel anlamda. Ama taklide öznelliği katma boyutu arttıkça ve ‘başkalaşma’ dediğimiz olgu, yapıtta ve filozofide (başkalaşmış töz) harekete geçtikçe, otomatik olarak, yaratıcı olana kapı iyice açılmıştır, anlamı çıkartılabilir. Demek ki çıkarsamalarda bulunmak gerekiyor. Gerek sanatı düşünürken, gerekse filozofiyi düşünürken, çıkarsamalar yapmak çok önemli. Burada, o üst birey modelinin en önemli özelliklerinden biri daha çıkıyor karşımıza. O ayrıştırmaları yapabilme, o biriciğin yönünde gidebilme yeteneği, becerisi…
Biz yetenek kelimesini, uygulamada ya da bir sözü doğururken kullanacağımız yerde, ayırt ederken, ayrıştırırken kullanmaktan daha büyük bir zevk alabiliriz. Yeteneği bu şekilde almamız lazım. Farkına varabilmede, ayırt etmede yeteneğimizi kullanıp, öbür tarafta -hatta mümkünse- öte gerçekliğimizi de gündeme getirebilmeliyiz; ‘biçim bozma’ mesela… Maniyeristler Rönesans ressamları tarafından; altın orancılar tarafından hor görülmüşlerdir. Neden? Alışılmışın dışına çıkıp, deforme edip; biçimleri bozdukları için. Oysa bugün bir El Greco resmi, bir Pontormo, bir Parmigianino resmi deformasyonu ile bizi büyüler. Bu deformasyondur ki, çağdaş sanatta Bacon’ları, Gorky’leri yaratmıştır. Bu noktada hor görülen bir şey, üst bir şey olmaya başlamış olur. Önce ‘olgu’ değil ama, sonra ‘olgu’ haline gelme söz konusudur. O zaman sanattan filozofiye doğru akan bir sudan söz edebiliriz.
M.C.: Burada gerçekten yeni bir şeyin yaratımı var. Zaten hep yeni şeyler, daha önce denenmemiş olanlar tepki almıyor mu?
Ö.E.: Aslında bu, bir tespit işi. Batı’nın son dönemde, Sanat ne? Sanat nereye gidiyor? Filozofi ne? Filozofi nereye gidiyor? gibi bir takım sorgulamalar yaptığını görüyoruz. Batı’nın da böyle bir telaşı var. Telaş diyorum, çünkü metinlere baktığımızda, kendilerinin de ne yaptıklarını bilemediklerini görüyoruz. Bu tür, şık başlıklar altında kaleme alınan makalelerin, yapılan söyleşilerin, aslında içlerinin oldukça boş olduğunu görüyoruz. Son dönemde Batılılar’ın kafalarının karışık olduğunu, müthiş bir sistematik dümura uğradıklarını izliyoruz. Bunu da çok enteresan bir telaş olarak yorumluyorum ben. Sanat ve filozofinin bu telaşı kabul edilebilir bir şey midir, peki? Aslında hiçbir şeyin telaşı, paniği, tabii ki kabul edilemez. Panik ve telaş ölüm getirir. O zaman son dönemde öne sürülen; “sanat öldü”, “filozofi öldü, ölüyor” diyen tezler acaba doğru mudur, buradan hareketle? Ya da sanat gerçekten yeni mi öldü? Daha önce ölmüş müydü? Filozofi ilk defa mı ölüyor? Bu durumlarda bir başlama noktası olarak 1789 Fransız İhtilali hep hatırlanıverir. 1789 Fransız İhtilali çok ciddi zararlar da vermiştir. Mesela ‘mülkiyet hakkı’ kavramı. Fransız İhtilali’nin çok önemli kavramlarından bir tanesi; mal beyanında bulunan herkesin, o mal beyanını devlete, yönetim erkine kabul ettirip, kendi mülkiyetine alabilmesi ve istediği kadar yığabilmesi. Fransız İhtilali’nden sonra çıkan İnsan Hakları Özgürlük Beyannamesi’nde, bu ‘mülkiyet hakkı’ fikrinin hiç değişmeyen tek kavram olduğunu yazıyor, Server Tanilli. (Server Tanilli: (1931-2011) Sosyoloji, siyaset bilimi ve anayasa hukuku konularında eserler veren, 1978 yılında uğradığı silahlı saldırı sonrasında uzun yıllar Fransa’da Strasbourg Üniversitesi’nde görev yapan, anayasa hukuku profesörü ve yazar. İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?, Cumhuriyet Kitapları, 2010.) Tehlikeli bir kapitalizmi aralayan, aslında Fransız İhtilali’nin ta kendisidir diyor Tanilli. Bunu kimse zikretmez Türkiye’de. Biz Fransız İhtilali dediğimizde özgürlüklerin ihtilali, Ekim Devrimi’ni de, Sovyet Rusya’da özgürlükleri elde etme ve halkın kendini bulma çabaları olarak yorumlamayı pek severiz. Aslında değil, o ‘mülkiyet hakkı’ tanımlamasının bugün, doğanın, filozofinin, sanatın, aklımıza gelebilecek bütün olguların, oluşumların, bilimlerin, yegane tıkanma noktası olduğunu iddia ediyor Tanilli. Ben de bu görüşlere katılıyorum. Aslında, etki alanı çok geniş bir olgu olarak bildiğimiz Fransız İhtilali’nin böyle bir maddesinin Batılı ülkeler tarafından hâlâ kabul görüyor olması, bir tehlike olarak görülmelidir. Bunu biz de böyle görmeliyiz, bence…
Sanat ve filozofinin içinin boşalmasının, buna bağlı olarak da “kurarım galeriyi, kurarım müzeyi, istediğimi alırım, istemediğimi almam” söylemlerinin hep bu mülkiyet fikrinden kaynaklanan güce dayanarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Şimdi mesele şu: İnsanlığı nasıl bir gelecek bekliyor? İnsanlık nereye gidiyor? Tartışmamızın başında değindiğimiz noktaya geliyoruz: Ne kadar arıklaşabiliyor insanoğlu? Ne kadar saflığa indirgenebiliyor? Ya da kendini ne kadar indirgeyebiliyor o basit form ve normlara? Sanatı ve filozofiyi ilgilendiren öz bu aslında…
Tabi bunun estetik, sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da çeşitli örneklerle tartışacağız.
Sanat ve filozofinin ortak noktalarından biri de entelektüellik meselesidir bana göre. Bu noktada Edward Said’in “Entelektüel” (Edward Said, Entelektüel, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2011.) isimli kitabı geliyor aklıma.
Ö.K.E.: Bu da yine ‘zihinsel seçkincilik’ düşüncesini aklımıza getiren bir kitap.
Ö.E.: Aslında Kandinsky “Über das Geistige in der Kunst”da (Türkçe olarak farklı çevirileri yayınlanan kitabın, 2011 tarihli güncel basımı Tevfik Turan çevirisiyle, Haylaz Sanat tarafından yapılmıştır.) çok doğru bir saptamada bulunmuş. İnsan edinimlerinin en yaratıcı olanları, sanatın ve kültürün tamamen bir zihinselliğe bağlı geliştiğini söylüyor. Her iki kavram da derinlik istenci gösteriyor. Bu noktada, sanatta malzemenin, ya da filozofide diyalogların da aslında bir önemi kalmıyor. Burada konunun üstüne ısrarla giden ‘kişi’ (sanatçı veya filozof) önemli. O ‘kişi’ konu üzerinde ne kadar derinleşmek, içselleşmek istiyor; bu çok önemli bir nokta. Şimdi yaptığımız gibi bir workshopta diyalog önemli. Ama ilk düşüncede, ilk yaratmada diyalog gereksiz. Kişinin kendi başına kalması -kapanması- önemli ilk anda.
Ben de kendi adıma, belirli bir konu üzerinde yoğunlaşmak istediğimde, geceleri kalkar, evimin koridorunda yürüyerek, bir yandan düşünürüm. Karanlığın da konsantrasyona büyük katkısı oluyor. Karanlığın ve aydınlığın müthiş etkileri var sanatın ve filozofinin üzerinde. Hatta diyebiliriz ki, sanat ve filozofi, karanlıkta ve aydınlıkta bambaşka iki şey.
Ö.K.: Karanlık çoğu zaman yaratıcı gücü ortaya çıkartıyor.
Ö.E.: Güneş doğduğu andan itibaren dünyanın tüm çirkinlikleri gün yüzüne çıkıyor.
Ö.K.E.: Sadeleştirmek ve yalınlaştırmaktan söz etmiştik az önce. Karanlık da detayları örtüyor, saklıyor. Bir tür sadeleştirme etkisi var, diyebiliriz.
Ö.E.: Karanlıktayken, doğanın içine girmek önem kazanıyor. Doğanın içine girdiğinizi hissediyorsunuz ve o andan itibaren diyorsunuz ki, orada her şey kendi başına, kendi kaderini yaşıyor.
Ö.K.E.: Alman Dışavurumcuları da hep doğaya yönelerek, kendilerini beslemişlerdi.
Ö.E.: Sanatın ve filozofinin ortak yönlerinden birisi de topluma nüfuz etmek. Sanat mutlaka topluma ‘karşı’ ya da ‘karşı olmayan’ bir şekilde yapıt aracılığı ile sirayet ediyor. Filozofi de aynı şekilde bir töz olarak sirayet ediyor. Her ikisinin de emilme süreçleri birbirine benziyor. Bireyler açısından değilse de, toplumlar ve toplumların belirli kesimleri tarafından emilme süreçleri birbirine benzeyebiliyor. Bu husus ve konumuzla yarattığı ilişki de önemli bir olgu ve bunun da altı çizilmelidir diye düşünüyorum.
Sanat gibi, filozofi de çok çeşitli kollara ayrılır. İnsan Filozofisi, Ahlak Filozofisi, Bilgi Filozofisi gibi… Bu kolların filozofi yapmakla çok büyük bağıntısı olduğunu düşünmüyorum. Bu kollar sadece filozofi tarihinin bağıntılanabiliceği başlıklar. Ve tabii sanat tarihinin de bağıntılanabileceği başlıklar. Hem sanat hem de filozofide, teorik alan ile yaratım alanının iyi ayırt edilmesinin gerekliliğine inanıyorum. Teorik olana duyulan merak başka bir şey, işin yaratma boyutunda, ortaya yeni bir şey koyma çabasına yönelmek başka bir şey. Sanat ve filozofinin ortak ve esprili yönlerinden biri de bu. Çünkü teorik olan, belirli bir yığının içine gömülmeyi ve oradan sistematize olmayı gerekli kılarken, öbür tarafta daha savurgan, daha rahat, daha yaratıcılığa dönüklük söz konusu. Sanat da, filozofi de buna olanak veren alanlar. Konu ‘sanat filozofisi’ olunca da, buna olanak veren iki alanın birleşmesi çok önemli. Ayrıksı değiller. Aslında enstrümanları farklı olan iki orkestrada benzer sesler çıkabiliyor demek istiyorum.
Sanat filozofisinin, çeşitli sanat disiplinleriyle bağlantılı olarak, kendi içinde alt kolları da var; sinema filozofisi, müzik filozofisi, resim filozofisi, heykel filozofisi, opera filozofisi, fotoğraf filozofisi vb. Hepsinin genel sanat filozofisiyle olan ilişkileri de var, bu ilişkinin dışında kalan yönleri de. Bu da dillerinden kaynaklanan, araçlarının getirdiği bir farklılık. Doğal olarak, sanat filozofisinin yörüngesindeki değişikliklere neden oluyor bu durum. Teknoloji ile birleşen yan da olayı çok zenginleştirebiliyor. Ama önemli bir husus var bu noktada. Çoğullukta tekili, tekilde de çoğulluğu mu görmek lazım? Bu da çok tartışılan bir konu. Çünkü tekiller ve tümeller, filozofinin çok öz iki kavramı. Sanatta da var bu, tekil ve tümel olma durumu. Acaba ikisinin adına, bu ‘tekil’ ve ‘tümel’ olguların tartışılması ile ne elde edilebilir? Tekillik ve tümellik kavramları sanatı ve filozofiyi ne kadar ilgilendiriyor? Tümelin içindeki tekili seçebilmek, alabilmek ve tekten tümü yaratmak; birinde inşa, birinde yıkma gibi bir durum söz konusu. Ama her ikisi de bence, ‘üst birey’ olarak tanımladığımız insanı istiyor. Ne dersiniz bu konuda?
Ö.K.E.: Sanat ve filozofi tekillik ve tümellik bağlamında karşılaştırıldığında, biraz da tersine çalışan iki alandan söz edilebilir. Filozofi tekillere bakıyor, bunu bir düşünce süzgecinden geçirerek tümel bir takım söylemler yaratmaya çalışıyor. Sanattaki yaratıcılık esnasında ise, sanatçı çevresindeki tümel olan nesneler dünyasına bakarak, tekil bir söylem yaratmaya çalışıyor, öznel dilini oluştururken.
Ö.E.: Aslında, tek tek bir şeylerin oluşumunu sağlayarak bir bütünün kendinselliği -bir bütünün kendi doğaçlaması, kendi rahatlığı- içerisinde bir bütün oluşturması kadar değerli bir şey yok.
Ö.K.E.: Sanatçı açısından bakarsak, yapıtları bütününde böyle bir tümellik söz konusu olabilir.
Ö.E.: Tabii. Her dönem yapıtında bulguladığı bir şeylerin birikmesi. Tek tek bir şeylerin birleşmesi. Birinde deformasyonu, birinde formu, birinde hacmi, birinde çeşitli malzemelerin yapıta girişini inceler ve burada yarattığı, kendinden önce yapılanlara benzer olan ve özellikle de benzer olmayan yanları ayırt edip biriktirir.
Ö.K.E.: O silsile bir tümellik yaratabilir.
Ö.E.: Evet, aynen öyle…
Ö.E.: Tarihsel olanla ilişkilere bakalım biraz da. Tarihsellik sanatın ve filozofinin biraz önünü tıkayan bir konu gibi geliyor bana. Tarihle, sanatı ve filozofiyi ilişkilendirmeyi gündemimize almak istiyorum. Tarih, sanatı da filozofiyi de hantallaştırıyor, üstlerine bir yük getiriyor.
M.C.: Tarihselliği de sürüklemek zorunluluğu getiriyor çünkü.
Ö.E.: Bakış açını anlıyorum. Siz bu tarihselliği sürüklemek zorunluluğunu hissetmeseniz bile, bu otomatik olarak geliyor sanki. Bu iki kavramın tarih ile ilişkisinde felsefi ve sanatsal bir problem var. Bu konuda da bir düşünelim isterseniz.
A.U.G.: Dönemselleştirme olgusuna bakabiliriz bu noktada. Çünkü dönemselleştirmeye karşı çıkan bazı filozoflar var.
Ö.K.: Geçmişte olanlarla sonradan olanlar arasında bir nedensellik yok mu?
Ö.E.: Benim tartışmak istediğim aslında şu: Tarih var karşımızda. Ama yalanıyla, ama dolanıyla, ama doğrusuyla, karşımızda bir sanat tarihi var. Bir filozofi tarihi var. Sanat ve filozofi tarihlerini yazan değişik isimler var. Bu da farklı algılamalarda bulunmak demek. Farklı algılayanların varlığı demek. Bunların algı biçimlerine vakıf olmak demektir. Mesela Gombrich’in sanat tarihine bir bakışı var. Yine aynı şekilde, Panofsky’nin (Erwin Panofsky: (1892-1968) Almanya doğumlu sanat tarihçisi. 1930’larda Nazi rejiminin yükselişinin ardından, yaşamının büyük bölümünü ABD’de geçirmiştir. Modern ikonografi ve ikonoloji üzerine çalışmalarıyla tanınır. Sanat ve kültür arasındaki kuvvetli bağdan hareketle, sanat tarihine anlam sorunu üzerinden özgün bir bakış getirir.) sanat tarihine bir bakışı var…
A.U.G.: Bir de uluslaşma süreci var.
Ö.E.: Filozofi ve sanat ne kadar ulusaldır? Ne kadar uluslararasıdır? Ne kadar dünyasaldır? Ne kadar ülkeseldir? Bu soruları çoğaltmak mümkün.
Ö.K.E.: Uluslararası olmak değil de, belki uluslar üstü olabilmek önemli.
Ö.E.: Başka bir şey olabilmek lazım belki de. Ne ulusal, ne uluslararası, belki dediğin gibi, uluslar üstü olabilmek… Hatta olayı us üstü üstüne yönlendirmek. Ama sanat tarihçisi olarak burada bir problem olduğunu kesinlikle vurgulamak istiyorum. Bizdeki sanat ulusal, hatta ulus aşağısı kalmaktadır. Filozofide de durum farklı değil. Bugün üniversitelerimizin Filozofi bölümlerinde, Filozofi değil, Filozofi Tarihi yapılıyor. Güzel Sanatlar fakültelerinde de, çok az sanat yapılıyor (Bir dünya sanatçısı Özdemir Altan’ın “sanat orada tarihi burada” sözü aklıma geliyor). Bu noktada işi biraz ‘eleştiri’ye taşıyoruz, doğal olarak. Sanat ve filozofi yan yana geldiğinde onlardan ayrılmayacak kavramlardan biri de ‘eleştiri’ kavramıdır. İki alan da eleştirisiz yapamaz. Eleştiri yerine göre yıkar, yerine göre yapar. Eleştirinin yanında öneriyi de getirmek gerekir. Önerisiz eleştiri, hiç bir işe yaramaz.
Bir sonraki workshopa kadar, tarihselliğin getirdiği yük ve ulusçuluk kavramları üzerine biraz düşünelim, isterseniz. Ulusa mal etmek kavramı üzerinde de durabiliriz.
L.A.K.: İnsanlarda, bir yere ait olma dürtüsü var. Bir gruptan dışlanma korkusu da taşıyorlar.
Ö.E.: Aidiyet fikri, değil mi? Acaba burada söylemeye çalıştığınız -çok karşı olduğumuz- ‘sürü politikası’nın devrede olması mı? Tarih-filozofi, tarih-sanat ve doğal olarak tarih-sanat filozofisi arasındaki ilişkilerde ciddi bir hantallık var. Bunu mutlaka tartışmak lazım. Gerek dayatma, gerek ulusçuluğa bağlama, gerekse hegemonya altına alma. Belirli güçlerin sanat ve filozofiyi hegemonya altına alması. Yine dayatmaya geliyor konu. Çözülmesi gereken sıkıntı bu… Bu workshopun bir sorun ortaya koyup, bunu tartışması, meselenin kendi sağlamasını yapıyor bir anlamda.
‘Ölçüt’ kavramı aklıma geliyor mesela. Filozofi yapmak, sanat ve sanatla düşünmek, sanatla birşeyleri dışavurmanın kimi ölçütleri var mıdır? Bu ölçütlerden biri sosyoloji, biri psikoloji, biri estetik. Tamam, ama bunların dışında ne gibi ölçütleri olabilir? Mesela coğrafya çok etkili sanatta. İtalyan Rönesansı’nda; Roma okulu, Floransa okulu ve Venedik okulu farklılıklar gösterir; coğrafyaya bağlı olarak. Aynı şekilde İtalyan ve Alman, İtalyan ve Flaman sanatları çok ayrışır ve buradan doğan farklılıklar da çok önemlidir. Filozofide de böyledir. Kuzey ülkelerinin filozoficilerinden Kierkegaard’a (Soren Kierkegaard: (1813-1855) Varoluşçuluğun öncüleri arasında kabul edilen, Danimarkalı filozof.) bakarsak, çok farklı, ütopik denebilecek düşünceleri var. Buna karşılık, Jean Baudrillard’ın (Jean Baudrillard: (1929-2007) Fransız düşünür, toplumbilimci. Toplumbilim ve filozofi kuramlarını sanat alanında yapmış olduğu incelemelerle örneklediği, modern toplumların tüketimciliği üzerine çözümlemeleriyle ve simülasyon kuramıyla tanınır.) bir Fransız olarak çok farklı olduğu izlenir; ütelik Alman etkisinde bir Fransız filozofu olarak, çok farklı bir senteze ulaştığı görülür. Aynı şekilde sanatta da, Alman Dürer ile İtalyan Michelangelo arasında büyük farklılıklar vardır. Coğrafya burada çok etkilidir. Kuzeyin karla kaplı, sert kışları, ışık-karanlık kıstaslarıyla bakıldığında, içe kapanık bir etki yaratır; diğer tarafta da güneş İtalya’da sanatı bambaşka etkiler. Fresko resim tekniği, İtalya’da coğrafi koşullar uygun olmadığı halde çok kullanılmıştır ve bu durum araştırmacıları oldukça şaşırtmıştır. Bu kadar kurak bir iklimde, çabuk kurumadan, resimler nasıl boyanabilmiştir bu teknikle? Nasıl bir yöntem izlenmiştir? Bunlar sanattaki tipik coğrafi özellikler olarak karşımıza çıkıyor. Mesela, tasarımcılar neden daha çok kuzeyden, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerden çıkıyor? Bu da önemli bir tartışma konusu olabilir; coğrafya faktörü açısından.
Başka bir faktöre geçelim. Mesela, ‘din’ faktörü çok etkili. Günümüzde dindeki yapaylık/orijinallik, geçmişte dindeki yapaylık/orijinallik konuları tartışılabilir. Ya da örneğin, Bizans’ta Ortodoksluk kavramı, imparatoru aynı zamanda tanrının en büyük temsilcisi kılar. Bu nasıl etkiler o uygarlıktaki sanatı, sanatçıyı veya zanaatçıyı? Bir başka örnek de, Orta Çağ’da kilise adamlarının mimar, ressam ya da heykeltıraş olmaları nasıl bir şeydir? Buna benzer konular sanatla ilgilidir ama daha çok da sanatın filozofik tarafıyla ilgilidir. Sonuç olarak baktığımızda, filozofinin en çok etkilediği alan sanat olmuştur. Acaba neden? Düşündüğünüz zaman, bunun nedeni çok açık: Sanat çoğul bir dile sahiptir. Tarihsel süreç içinde bakarsak, sayısız diller türetilebilmiştir ve bundan sonra da türetilebilecektir. O zaman bu sayısız dil üzerinden filozofi yapmanın keyfi müthiş bir şey olmalıdır.
Ö.K.E: Şöyle bir bağlantı da geliyor aklıma: Sanatsal yaratma süreci insanı sorular sormaya yöneltiyor. Sanatsal bir üretim yaparken, bir şeyin cevabını aramaktan çok, aslında bir takım soruları gündeme getirmeniz söz konusu. Filozofi ise genelde cevapları aradığı için, birbirleriyle bütünleşen başka bir sinerji doğuyor ikisi arasında. Yani sorular soran sanatla, soru sorup cevapların peşinde olan bir filozofi dünyası, düşünce dünyası…
Ö.E.: Bu söylediklerin şöyle bir şey getirdi aklıma: Sanatla filozofiyi yan yana getirdiğinde, filozofi direkt olarak akıl işi, sanat ise akılla ilgili olduğu kimi dönemlere sahip. Akılla doğrudan ilgili sanatlar var. Örneğin, Duchamp akılla ilgili bir sanat yapıyor. Malevich öyle… Aklı ve düşünceyi gündeme getiriyorlar… Ama sanatta her zaman akıl yok. Güzellik kavramının çok değişik biçimlerde ele alınışı söz konusu.
Ö.K.E: Bir noktadan sonra güzellikle de çok ilgilenmiyor sanat aslında.
Ö.E.: Burada bahsettiğim güzellik, çirkinlik de aynı zamanda. Örneğin Hieronymus Bosch’un resimlerindeki, çirkin, itici figürler, garip böcekler, garip yaratıklar… Bunlar çekici olamaz. Ve oradaki her bir böceğin, her bir garip yaratığın sanatçı tarafında mutlaka bir açıklaması olduğunu bildiğimiz, ancak Bosch’la ilgili böyle bir sözlüğün de bize sunulmadığını bildiğimiz halde, bunları nasıl bir filozofi ile çözeceğiz? Burada karşımıza şöyle bir şey çıkıyor: Sanatta bir izleyen, bir de uygulayan var. Yapanla izleyenin filozofileri bambaşka da olabilir, örtüşmeyebilir. Burada iki ayrı ‘şey’ ortaya çıkıyor.
Ö.K.E.: Burada süreç açısından, yapanla izleyen arasında, zamansal bir kopukluk da söz konusu.
Ö.E.: Filozofide ise filozofun kendisi var. Onu okuyan kimse de farklı düşünebilir tabii. Aslında şöyle galiba: Uygulayıcının alanına giren -sanatta izleyici, filozofide okur- mutlaka işi başkalaştıran taraf oluyor. Filozofiyle sanatı farklılaştırıyor. Bu da çok önemli.
Ö.K.E.: Çünkü okur veya izleyici bir anlam yaratma sürecine sokuyor kendini.
Ö.E.: Yaratacak tabii. İzleyici böyle bir hakka da sahip. Anlam çıkartması çok doğal.
Ö.K.E.: Anlam çıkartamıyorsa, yapıtla bir ilişki kuramayacak zaten.
Ö.E.: Bir yapıtı ve filozofik tümceyi ortaya koyduğunuzda izleyici aynı şekilde düşünmek durumunda değil. İzleyici de ona farklı bir anlamla farklı bir yorumla, farklı bir hermeneutik ile yaklaşabilmeli. Mesela, bir kitap okurken ondan çok az şey size kalıyor. Ama size kalan o az şeyler, ‘üst bireyi’ yaratmak için gerekli olan malzemeler. Kitabın tamamı, bütün okunanlar akılda kalsa, o ‘üst birey’ figür hiç oluşmayabilir. Ama oradan kalan o arık ve kişinin kendine bağlayıp hermeneutikleştirdiği taraf asıl olan kaliteyi çıkartır ortaya. Biricikliğe doğru giden yolu açar. Bazen bir kitaptan bir cümle gözünüze çarpar ve günlerce onu düşünürsünüz. Ve o kitap o anda görevini tamamlar.
Ö.K.E.: Zaten öyle olmasa, başlangıçta söz konusu ettiğimiz ayrıştırma da devreye giremez.
Ö.E.: Evet. Bir hantallaşma söz konusu olur, hani tarih ile sanatın ilişkisinde bahsettiğimiz gibi…
21. yüzyıl insanı olarak bizleri, sanat ve filozofide bir çok problemin beklediğini ve her an bu problemlerin karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu da sanat ve filozofide bir tür ‘toplumlar’ sorunu olarak karşımıza çıkıyor.
A.U.G.: Sanat ve filozofi konusunda tarihin bir ağırlık yaratarak, tıkanmaya neden olduğunu tartışalım dedik ya; bu noktada sanat tarihinin çizgiselliğini kıran, filozofidir diye düşünüyorum. Özkan hocanın teorisi bu anlamda, dönemselleştirmeyi ve çizgiselliği kıran bir özellik taşıdığı için çok önemli ve bu nedenle ilk etapta tepki çekmiş olabilir. A noktası Giotto, B noktası Duchamp, C noktası ? (Özkan Eroğlu’nun kitabı: Fotokonferans – A Noktası: Giotto, B Noktası: Duchamp, C Noktası: ?, İstanbul Nelli Sanat Evi Yayını, 2005.) Çünkü bu noktada sanat tarihinin getirdiği ağırlık, bir anlamda çizgisellik kırılmış oluyor. Neden aradaki isimler yok? Bir Leonardo, bir Michelangelo, öyle değil mi?
Ö.E.: Aslında çok az yaratıcıdan oluşuyor sanat tarihi. Az olabilir yaratıcı sanatçı, ama sayısız insan sanatçı iddiasındadır. Bu, şüphe ile yaklaşılacak bir durum. Aynı durum filozofide de var. Örneğin Descartes ile Leibniz’i (Gottfried Leibniz: (1646-1716) Alman filozof ve matematikçi. Çalışmalarıyla Modern Mantık ve Analitik Filozofi alanlarını henüz 17. yüzyılda öngördüğü düşünülür.) yan yana getirdiğinizde, hangisi daha yaratıcıdır acaba? Descartes yaratıcı olarak bilinse de, bana göre Lebniz çok daha yaratıcıdır, ama bastırılmıştır. Her yüzyılda çeşitli örgütlerin dayatmaları olduğunu hissediyorsunuz. Bir takım güçler birilerini öne itiyor ve sanat tarihi, filozofi tarihi ‘budur’ diye empoze edilmiş oluyor.
Ö.K.E.: Bunların arkasında da mutlaka politik bir beklenti oluyor. Bunu görebilmek, durumu daha doğru değerlendirebilmemizi sağlıyor.
Ö.E.: Sorun çok. Çözüm ne? Birinci workshoptan çıkarılacak sonuçlar:
Birincisi, dünya insanı olmak. Dante’nin işaret ettiği ‘dünya insanı’ olabilmek. “Benim vatanım bütün dünyadır” sözü çok önemli. Bu sözü sarfeden kişinin bir ilkeler bütününe sahip olduğu görülür.
Bu noktada ‘ilkeler’ devreye giriyor. Ama yanlış, ama doğru, saptanmış bireysel ilkelerin devreye girmesi ve bunların ölene dek kişi üzerinde zenginleşerek konumlanması hem sanat, hem de filozofi açısından çok önemli.
Buna bir de William Blake’in meşhur sözünü ekleyebilirim: “Acı çekmek ve günah işlemekten korkan insanlar asla kişilik sahibi olamazlar.”
Bireyler bu doktrinlerle donanımlanmalı ve bu donanımların üzerine, edindiği ilkelerden sapmadan, ahlaklı bir biçimde yoluna devam etmelidir. Sanat ve filozofi sorunlarının çözümünde bunlar yatıyor. Temel çözüm için sürüden bir adım öne çıkıp, inandığını söyleyebilmek gerekiyor. Biricik sanatçının, biricik filozofun, biricik insanın asıl görevi bu. Yığından kurtulmak. Günümüzün en önemli yaklaşımlarından birinin bu olması gerekir.
L.A.K.: Bir de insanların kendini daha anlaşılabilir kılabilmesi.
Ö.E.: Evet. Anlaşılabilir olmak. İnsanın dilinde anlaşılabilir olması çok önemli. Bağlı bulunduğu kitlelerin anlayacağı bir dille bu işi halletmek. Anlaşılır olmadığı zaman bir amacı kalmıyor çünkü. Sanatta da filozofide de, anlaşılır olabilmek ve aktarabilmek önemli. Dünyada bu yönde ciddi sorunlar var. Anlaşılmaz bir şeyi çok kolay satabiliyorsunuz. Böyle de bir durum doğdu. Mesela alternatif sanat çok satıyor. Tüm dünyadaki durumdan söz ediyorum. Bunları çok satın alan ve biriktirenler var. Çoğu kimsenin bu işleri anlamadan aldığı pekala düşünülebilir.
Ö.K.E.: Burada satın alma kararı, anlayarak verilmiyor bence. Ben size katılıyorum, tabii ki anlayarak satın alınması lazım. Ama farklı bir pazar dinamiği işliyor bu noktada.
Ö.E.: Evet. Yatırım… Para… İşte bunlar tehlikeli. Filozofun, sanatçının, sanat tarihçisinin, sanat filozofunun para olgusunu zihninde sıfırlayabilmesi lazım. Günlük yaşantısında sıfırlayamasa bile, çalışma anında, atölyesine kapandığında maddesel değerlerden soyutlayabilmesi lazım kendini. Bu arınma çok önemli.