KültürManşetSanat

Bir Eleştirmen Olarak Bedrettin Cömert’in Portresi

Maldivler Kutlu Olsun

ozkan eroglu altsayfaNationalTurk yazarı Priv.-Doz.Dr. Özkan Eroğlu’nun ‘Bir Eleştirmen Olarak Bedrettin Cömert’in Portresi’ başlıklı yeni yazısını sizlerle paylaşıyoruz.

34 yıl önce dün kahpece vuruldun. Seni kitaplarından tanıdım, çünkü sen katledildiğinde 11 yaşındaydım. Ama inan seni yakından tanıyıp, konuşmak ister, mesleğimiz hakkında fikir alışverişinde bulunmayı çok arzu ederdim. Evet sen yoksun, fakat geriye bizlere bıraktığın düşüncelerin var. Biz onlar üzerinden üretmeye, senin bıraktıklarına layık olacak çalışmaları geriye bırakmaya gayret edeceğiz. Senden sonra belki de çok şey değişmese bile değişmiş gözüküyor ve değişmeyen tek bir şey var bana göre, o da; sen halen bu ülkenin bir numaralı sanat tarihçisisin ve yerin kolay kolay dolmayacaktır… Saygı ve sevgilerimle, toprağın bol olsun…

“Yıl 1956. Gürün Ortaokulu’nda Mustafa Bedrettin Cömert diye bir çocuk var. Toprak Mahsulleri Ofisi memuru Fazıl Cömert’in oğlu, M. Bedrettin Cömert (*) servi dalı gibi, incecik bir çocuk. Derslerinde başarılı, çevresiyle örgensel bağı güçlü, duyargaları dünyaya açık bir çocuk… O günlerde tanıdım Cömert’i. Küçük kardeşimle aynı sınıftaydılar. Hapishaneden yeni çıkmıştım, kışladan geçmiştim, işsizdim, anamın evine sığınmıştım, resim yapıyor, arzuhal, öykü, şiir ve oyun yazıyor, ayakta kalmaya çalışıyordum. Küçük Bedrettin Cömert bunları biliyor muydu, bilemiyorum; yalnız karaborsacılık yapan esnafı karakola şikayet ettikten sonra bana gelişi önemliydi. Ayrıntılarına dek anlatmıştı olayı bana. Onun bu uyanıklığı, yaşadığı günün bilincinde oluşu sevindirmişti beni… Parasız yatılı sınavını kazanarak Sivas Lisesi’ne gitti Bedrettin. İşte o zaman anladım şiir yazmaya çalıştığını; çünkü bana şiirlerini yollar, görüşlerimi almak isterdi. İlk şiiri olan “İstanbulumsu” 15 Mart 1959’da Varlık dergisinde yayınlandı. Cömert yazın dünyamıza şiirle girdi. 1960’ta burs kazanarak İtalya’ya gitti ve oradan da Varlık’a şiirler yollamaya devam etti.”

Hasan Hüseyin, şair gözüyle böyle anlatıyor Cömert’i. Türkiye’nin gördüğü en bilinçli eleştirmenlerden biri olan Cömert, 1960’ta İtalya’ya gidecek, 1970’lere kadar orada kendini geliştirecek, dil öğrenecek, müthiş bir birikim edinecek; bu arada 15 Ekim 1969 tarihli “Başlamanın Niteliği” ile şiire veda edecek, yurda döndükten sonra da 11 Temmuz 1978’de alçakça öldürülünceye kadar kendini eleştiri yazılarına verecektir.

Şimdi biz, Cömert’in 1966’larda başladığı, aralarında edebiyat üzerine eleştirilerinin de bulunduğu yazıların üzerinde duracak, bugün bile etkisini sürdüren bu yazılardan bir vurgular demeti yapmaya çalışacağız. İnanıyoruz ki bu yolla onun, özellikle edebiyat, şiir, dil ve yazın eleştirmenliği üzerine önemli detayları ortaya çıkaracak, bir parça da olsa Cömert’in yazın ve eleştiri felsefesi sezdirilmiş olacaktır.

Hasan Hüseyin’in vurguladığı gibi, “Cömert şairdi, eleştirmendi, sanat tarihi ve estetik öğretmeniydi, dilciydi, felsefeciydi, çevirmendi, polemikçiydi”.

Cömert, küresel bir olgunluk göstererek, sanat ve edebiyata ilişkin hemen her konuya el atmıştı. İyi ki de atmıştı, çünkü yaptığı her şeyi çok iyi değerlendirdi. Yazılarını sürekli izleyen biri olarak onu, hep örnek almışımdır. Sanat tarihi felsefesinin yazılmasında örnek bilim adamlarımızdan biriydi o. Bilirsiniz, biliriz, Türkiye’de özellikle sosyal bilimler alanında insanlar yıllarca ya Batının etkisinde kalmışlar, ya da kendi düşüncelerini yüreklice söylemekten kaçınmışlardır. İşte bu doğrultuda Cömert, sözünü korkusuzca söylemiş, canına mal olsa da düşüncelerinden vazgeçmemiştir. Ömrünün en önemli döneminde, 38 yaşında öldürülerek yaşama veda edişi Türkiye eleştiri ortamı için gerçekten büyük kayıptır. Çünkü Cömert çapında değerler kolay yetişmiyor ülkemizde. Bakınız bir Bedrettin Cömert kitabını yayına hazırlayan Özgen Seçkin neler diyor onun için: “Türkiye’de eleştirinin nesnelleşmeye başladığı dönemde ortaya çıkan belli başlı eleştiri adamlarından biri de Bedrettin Cömert’tir. Eleştiri türünü daha okunur kılmıştır. Bilim adamlığı nesnel çalışmayı gerektirdiğinden eleştiriye yaslandırılan nesnellik de onun öznelliği olmuştur. Çok daha duygusal olması düşünülen yazılarında bile bu özelliği ön plana çıkar.”

cmert Floransa 1961 copy 1Cömert’in yazılarında nesnelliğin yanı sıra, eleştirmenin görev ve sorumluluk anlayışı da öne çıkar. Bu bağlamda hep uyarıcıdır o, aydınlatıcıdır. “Deliceli Eleştirmenler” başlıklı yazısında genç kız hayalli eleştirmenlerimiz var diye başlar ve eleştirmenin asla Kaf dağında yaşamaması gerektiğini savunurken, taşralıktan ve iç yozluğundan bir an önce çıkılmasını ister. Uyduruk kuramsal eleştiriler, ayrımlar, yeteneksiz bir çok kişiyi daha da yozlaştırır ona göre. Eleştirmenden asıl beklenen/istenen ilk şey, bilinçli bir duyarlıktır. Eleştirmen, duyarlığın egemeni olmalıdır. Sağlam içsel ve kuramsal ölçülere dayanmalıdır eleştirmenin duyarlığı. Onun için, “eleştirmenlikle bakkallık arasında hiçbir benzerlik yoktur” der ve hemen ardından sanatın bir yetenek ve bilinç işi olduğunu, rastlantıyla bir yere varılamayacağını söyler.

Cömert’in birçok yazısı, aradan 20-30 yıl geçmesine karşın güncelliğinden bir şey yitirmiş değildir. Örneğin Ece Ayhan’ın Düşündürttükleri başlıklı yazısında, şiirin anlamı üzerine sarsıcı açıklamalar yapar: “Şiirde anlamı, en sıradan mantık kurallarıyla karıştırmak aklımızdan geçmez. Şu var ki her şiir kendine göre bir anlam taşır. Ve anlamlı anlamsız tartışması verimsiz, boş bir tartışmadır. Şiir olup da anlamsız olanını aklımız almıyor. Tekrar etmekte yarar buluyoruz: Her şiir kendine göre bir anlam taşır. Hiçbir şiir, şairle okur arasında bir bulmaca değildir. Ve hiçbir şair, böyle patavatsız bir sorumlulukla okuru makaraya alamaz. Böylesi gösterilere karşı çıkmak, gericilikle bir tutuluyor. Oysa kişi, gerektiğinde, insanı düpedüz yadsıyan bir gösteriye karşı koymak korkusuzluğunu bulmalıdır kendinde.”

yunanistan golden visa yurt disi emlak 2024

Cömert’in üzerinde çok durduğu ve zaman zaman yakındığı konuların başında, eleştirmenlerin “önyargılı” ve “hesaplı” oluşları gelir. Ona göre eleştirmen, bir yapıtı yere vurmakla yazarını küçültemez, ya da birini yüceltmekle ona ün bağışlayamaz. Zayıf eleştirmen korkaktır; büyük kafanın, büyük sanatçının büyüklüğünü sezse de, onu anlayamaz ve susmayı tercih eder. İşte bu bağlamda eleştirmenin “etik kimliği” çıkar ortaya. Cömert, H.Naci Sarısözen’e gönderdiği “Bir Eleştiri Mektubu”nda bu gerçeğin altını çok güzel çizer: “Eleştirmecilik, insan ahlak yapısını en çok denemeye sokan bir meslektir. Parmakla gösterecek kadar azdır iyi başlayıp, sürdüren eleştirmenler. Sanıyorum, bir eleştirmen için en doğrusu, sanatçılardan uzak yaşamaktır… Onları yapıtlarında nasıl görünüyorlarsa öylece tanımak. Bu katkısız, gerçek izlenime, günlük ilişkilerin düş bozumunu katmamak… Şiir demek dil kaygusu, dil işçiliği, dil bilinci ve dil duyarlığı demektir… İlk bakışta basit gibi görünen, bir çırpıda ortaya çıkıvermiş izlenimi veren yapıtlar, kim bilir hangi zorlamaların, hangi acı ve kıvranmaların sonucudur! Demek ki salt doğal yetenek, şairin kendisini esine kapıp koy vermesine yetmiyor.”

Eleştirmen dediğimiz kişide güçlü bir çözümleme yetisi olmalıdır. Sorunların insancıl ve tedirgin yönleri üzerinde duyarlıkla durmalı ve yargılarını içtenlikle, inançla ortaya koymalıdır. Şair ve yazar da sorumludur bu noktada. Cömert’e göre şairin mutlak surette ortaya koyduğu sorunlara bazı çareler üretmesi gereklidir. Şiirin temelini oluşturan dolgun, somut ve oturaklı sorunlara karşılık, dişice bir boyun kırmayla birden inceliveren, sorumlu ritmini hiçbir zaman yitirmemelidir. Aksi takdirde bu gibi bir tutum, bütün bir şiirin başarısını ya tomurcuk halinde bırakır, ya da hepten yok eder.

B. Cmert foto 300 dp copyBir şair düşlemeye tahammülü olmayan konulara el atıyorsa, bu amacını Nazım Hikmet ve Hasan Hüseyin’i iyice inceleyip sindirmekle gerçekleştirebilir görüşündedir Cömert. Şiirleştirilmek istenen madde ne ise, ona uygun bir dil ve imge öğelerini şair kendinden uzaklaştırmamalıdır. Şair, kafadan türetmeler, sözcük kullanışlarında anlam kaymalarına, ses ve beğeni kurumasına yol açmamalıdır hiçbir zaman. Düz yazıda bir dereceye kadar uygulanabilen bu türetme denemeleri, şiirde çok dikkatle, sağlam bir beğeni ve dil bilincinin ışığı altında yapılmazsa, şiirin yaşantısı zedelenir. Şair fiil de türetebilir. Doğaldır ki dil bilgisi kuralları aracılığıyla her isimden fiil türetebiliriz. Ama her türetme işlek, beğeni sonucu, canlı bir sözcük olmaz. Fiiller kullanışa bakılmaksızın, salt değişik ses biçimleri denemek amacıyla, zihinsel bir işlemle, masa başında uydurulmamalıdır. Edebiyata deyiş ve benzetiş mantıksızlığının doğurduğu anlamsızlıkların hiçbir yararı yoktur.

İmge ve akıl arasında, gerçekliği gösteren bir bağ olmalıdır Cömert’e göre. “Şiirsel İmgenin Akılsallığı” başlıklı yazısında, bir ölçüde şiirin felsefesini ortaya koyar Cömert. Bu yazısı, benzer yazıların oluşturacağı zincirin ilk halkasıdır ve bu yazılarla amacı sanat düşüncesi yönünde bazı önemli yargıları Türkiye okuruna iletmektir. Sözü Della Volpe’nin “Beğeninin Eleştirisi” kitabından açarak, bu yapıtın bazı yerlerinin Türkiye okuyucusuyla buluşmasını ister. Bu amaçla kitabın orijinalinden çeviriler yapar.

Şiir eleştirisi yapabilmenin ön hazırlığının eleştirmen-birey üzerinde oluşacağına inanmıştır Cömert. Açıklamalarında şiirsel imgenin bir yandan gerçek taşıyıcısı olduğunu söylerken, öte yandan bu özelliğin, anlık ya da düşüncenin imgede örgensel olarak varoluşundan ileri gelmediğini öne sürer, Volpe gibi. Yani düşünce şiirin başlıca düşmanı sayılmaya devam edilirken, imgenin bir gerçeği yansıttığını, dolayısıyla tümelliği, evrenselliği ve bilgi değerini temsil ettiğini belirtir. İmge, şiirsel olabilmek için, her şeyden önce aklın, düşüncenin süzgecinden geçmek zorundadır. Başka bir deyişle, şiirsel imge bir sezgi-kavram bütünüdür, bir somut kavramdır. Bu aşamada Mayakovski’nin iki dizesini örnek gösterir: korkuyor insanlar görünce ağzımdan/çiğnenmemiş bir çığlığın tepinerek sallandığını.

“Çiğnenmiş çığlık” imgesinin şiirsel etkisini (işlevini) bütün ağırlığıyla duyabilmemiz için imgeyi, niçin insanların çığlığın çiğnenmemiş olanından daha çok korktukları olgusuyla ilintiye sokmamız gerekir. Bilirsiniz, havlayan köpek ısırmaz derler. Neden ısırmaz havlayan köpek? Temel güçlerini belirli bir eyleme yönelteceği yerde, havlamak gibi boş bir etkinlikle dağıtır ve giderek etkisiz kalır. Gerçeği ve gerçekliği şu veya bu şekilde, dıştan endişelerle yalıtmadan, bütün kabalığı, bütün çiğnenmişliğiyle ve alışılmadık bütün çizgileri beklenmedik bir ivedilik ve bilinçle bozarak vermek; belirli çıkarları korumak durumunda olan insanların ödünü patlatmaya birebirdir. Kısacası, türlü inceliklerle ve dağıttıkları dolgun yemlerle saltanatlarını korumak yöntemini sürdüren kişiler, çırılçıplak ve dosdoğru bir düşünce-eylem birliğiyle karşılaştıklarında, yalnız korkmakla kalmazlar, bu korkuları sefil bir drama dönüşür. Biz, “Çiğnenmiş çığlık”ın bize ilettiği bu etkiyi, belirli nitelikteki toplumsal duruma indirgediğimiz zaman duymaktayız. Bu işlem, şiirsel imgenin, düşünceyi örgensel ve doğal olarak içinde taşıyan bir bütün olduğunu saptar.

İmgelerin, kavramsallaştırılmaya uğratılmadan veya birliğe kavuşturulmalarından önceki varlıkları, salt potansiyel halinde bir varoluştur. Birliğin kendisi değildir, yalnızca bir birlik isteğidir ya da somut bir olanaktır. İşte sanat dünyasında, özellikle şiir dünyasında kendini gösteren diyalektik, bu madde-akıl diyalektiğidir. O halde, tarihsel ve bilimsel bir söyleme olduğu gibi, şiirsel bir söyleme de vardır. Burada söyleme terimi en kesin sözlük anlamındadır. Yani şiirle ilgili olarak, akılsal-anlıksal bir işlem olarak kabul edilmektedir. Başka bir deyişle, şiir ve genellikle sanat; tarih ya da bilim gibi somut akıldır. Bu yönden, yani genel bilgisel öğeler bakımından, şiirle bilim aynı şeydir. Duyarlık ve akıl, ikisinde de ortaktır. Nasıl ki bir tarihçinin, bir bilim adamının duyarlığından ya da imgeleminden söz etmek vardır, aynı şekilde şiirin akılsallığı ya da bir söyleme, iletilen bir bildiri oluşundan söz etmek de o derece anlam taşır.

Şair, şair olabilmek için, tarihçinin ve genellikle bilim adamının yaptığından farklı olmayarak, gerçekle ve şeylerin gerçekliğiyle uğraşmak zorundadır. Şiirle bilim arasındaki ayrım, şiirin bilime göre ayırıcı özgül niteliği, asıl bu çizgiden sonra başlamaktadır. Sanıyorum şimdi şiire yaklaşmanın ve edebiyatla ilgilenmenin o kadar kolay bir şey olmadığı, Cömert’in özetlemeye çalıştığımız görüşleri ışığında daha iyi anlaşılmaktadır.

Cömert, “Şiirin Semantikliği” üzerine yazdığı yazılarında, genel çerçevede şiirsel bir metinle bilimsel bir metni birbirinden ayıran önemli özelliğin, semantik(lik) olduğuna işaret eder. Bu yazısıyla, bir önceki yazısını güçlendirmeyi amaçlar. Özellikle ikinci yazısında söyledikleri, şiirin içeriği konusunda ışık tutucudur: Şairin bize iletmek istediği, olayın betimsel yanı değil, bu olayın sürecidir, bu sürecin özgül nitelikleridir, bu niteliklerin kişisel kıldığı dramatik gerilimdir. Yani duygu ve düşünceler, oluş ve sürüş anındaki eylemleriyle, devinim durumlarıyla birlikte betimlenmektedir. Olayı, oluş ve sürüş nitelikleriyle veremediğimiz zaman şiirsel nesnellik olanağını da yitirmiş oluruz… Şiirle ilgili olarak, en başarılı biçime kadar uygulanan bütün biçim-dil değişiklikleri, duygu ve düşünceleri daha nesnel, daha tam, daha keskin, dolayısıyla daha şiirsel kılmak içindir. Duygu ve düşüncelerimize yetkin biçimi verebilme olanağımız, dil perdeleşimindeki nesnel’e doğru gelişimi sürdürebilme yeteneğimizle doğru orantılıdır…

Cömert, yalnız şairleri, yazarları değil, eleştirmenleri de eleştirir. Örneğin “Eleştirimizin Alın Yazısı” başlıklı nefis yazısında, edebiyattaki eleştiri olgusuna değinerek, Ataç ve Bezirci’nin eksik yönlerini sergiler. “Ataç, eleştiri denilecek hiçbir çalışma vermemiştir bize” diyecek kadar cesaretlidir. Çünkü Cömert’e göre eleştirmen olarak yaşayabilmek için yazılarla sürekli olarak soluk almak gerekir.

Andığımız yazısının bir yerinde şunları söylüyor Cömert: Yalnız Hüseyin Cöntürk ile kalmıyor susanlar, susup da kaybolanlar. Nerde Fethi Naci’nin ayakları, güzel kitap sayfalarındaki toplumculuğu? Tükenmez insan niye tükendi birden, hem de kendini doldurmadan daha?.. Ne oluyor bu adamlara böyle? Yeni bir atılımın hazırlığı içinde midirler yoksa, bunca yıldır? Böyle hızlı yaşanılan bir dönemde bu kadar uzun sürer mi dersiniz hazırlık? Sürebilir mi? Başladığını bitirmek diye bir şey vardır. Niye bitirmediler bu kişiler başladıklarını? Niye bitirilmedi başlanılan şey? Kimde suç? Kişilerde mi? Yoksa şeyde mi?

Cömert’in bu sözleri, bugünlerin Türkiye’sinde eleştiri ve eleştirmenlik olayının ortaya koyduklarına ne kadar da denk düşüyor! Görülüyor ki Cömert, ileriyi de aydınlatan düşünceleriyle, aydın sorumluluğunu yaşadığı dönem içinde yerine getirmiştir. İşte tam bu noktada, 27 yıl önce yitirdiğimiz Cömert’i şu sözleriyle bir kez daha anarak, yazımı noktalamak istiyorum:

Bugün eleştirmenlik, kitap tanıtıcılarına, fıkra yazarlarına ve eleştiri yazdıklarını sanıp, yeteneksiz kalıntı dostlarının reklamını yapan, korkusuz sütunların, korkusuz yazarlarına kalmıştır. Bugün, kendilerine bile sorsanız, evet eleştirmenim demekten utanacak kimseler, ceplerinde uluslar arası eleştirmen kimliğiyle geziniyorlar… Dememiz odur ki, boş yürekle boş kafayla yürümez eleştiri.

(*) Cömert, 27 Eylül 1940 tarihinde Vezirköprü’de doğdu. 1960’ta Sivas Lisesi’ni bitirdikten sonra bir bursla 1970’e dek kaldığı İtalya’ya gitti. 1970’te Hacettepe Üniversitesi Sanat tarihi Bölümü’ne asistan oldu. 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe Enstitüsü’nde “Son Elli Yılda Türkiye’de Sanat Eleştirisi” konulu tezi ile estetik doktoru derecesi aldı. 1972’de Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde öğretim Görevliliği’ne atandı. Sanat tarihi konusundaki araştırmalarını, edebiyat ve eleştiri çalışmalarıyla birlikte sürdüren Cömert, ikinci doktorasını da Hacettepe Üniversitesi’ne verdi. Bu kez, “Giotto ve San Francesco Geleneği” konusunda yaptığı tezle Sanat Tarihi doktoru da oluyordu. Aynı yıllarda Türkiye televizyonu için “Leonardo da Vinci” isimli yapıtı çevirdi. Bir yandan özgün yapıtlar üretirken, öte yandan da yabancı dildeki önemli bilim yapıtlarının Türkçe’ye kazandırılmasına çalışan Bedrettin Cömert, 1977 yılında Gombrich’in ünlü “Sanatın Öyküsü” isimli yapıtını çevirdi. Bu çevirisiyle Türk Dil Kurumu ödülünü aldı. Aynı yıl üniversitede doçent oldu. Doçentlik tezi “Benedetto Croce Estetiğinde İfade Kavramı ve İfadenin İletim Sorunu” ismini taşıyordu. Doçentlik tezi ancak ölümünden sonra Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Cömert, Türk Dili üzerindeki çalışmaları ve başarılı çevirileri sonunda 1977 yılında Türk Dil Kurumu’na üye oldu. Cömert, 11 Temmuz 1978 günü sabah sekiz otuzda en verimli çağında demokrasi düşmanı katiller tarafından otomobili içinde kurşunlanarak öldürüldü. Cömert’in bugüne kadar ülkemizde yayınlanan belli başlı kitapları, “Eleştiriye Beş Kala”, “Croce’nin Estetiği”, “Giotto’nun Sanatı”, “Sanat ve Edebiyat Üzerine”, “Mitoloji ve İkonografi”dir. Ayrıca ölümünden sonra Hacettepe Üniversitesi bir Armağan Kitabı yayınlamıştır.

Priv.-Doz.Dr.Özkan Eroğlu

Habilitation in Philosophie der Kunst

Konserler

Özkan EROĞLU

Özkan Eroğlu yazılarını Türkiye ve Dünyanın en objektif gazetesi NationalTurk ile takip edin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Maldivler Turu
Başa dön tuşu