KültürSanat

Sanatımızın başı belası alışkanlıkları…

Maldivler Kutlu Olsun

ozkan eroglu altsayfa

Sanat eleştirmeni ve tarihçisi Özkan Eroğlu ‘nun bu haftaki “ Sanatımızın başı belası alışkanlıkları” adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz.

Ülkemizde, ortalama 1850’lerden bu yana, minyatürden (kitap resmi) koparak, Batılı tarzdaki-tuval resmimiz bir gelenek oluşturmaya çabaladı. Fakat ne yazık ki bugün, böyle bir geleneğin Batı etkisinden uzaklaşarak ele alınanı artık çok az ve ortada gelenek melenek de yok. Heykelde ve diğer sanat dallarımızda da durum daha vahim. Bir gelenek oturmayınca ve teknoloji de bu kadar başını alıp gidince de, iş son yıllarda alternatif sanata (enstalasyon, video vs…) kaldı ister istemez. Resmin ve heykelin oturmadığı bir toplumda, sanatın hiç bir dalının sağlam bir zemine oturmayacağını ve bir hevesten öte geçmeyeceği de belli; lütfen kendimizi kandırmayalım…

Kendi üslubunu oluşturan (birilerini, bir şeyleri taklit etmeden) yaratıcı sanatçımız da ne yazık ki çok az. Aslında bu durum sadece plastik sanatlarımızda değil, sanatımızın tüm dallarında da böyle. Ülkemizde kendine özgü kimlik bulmakta gerçekten zorlanıyoruz. Edebiyatta da, fotoğrafta da, mimaride de, hatta yaşama sanatının gerektiği ve gerektirdiği her alanda, söz konusu yoksulluğun maalesef acısını çekiyoruz.

Yukarıdaki paragraflardaki eleştirilerimin temelini ise, toplumumuz için fenomenleşmiş ve olumsuzluğa neden olan bazı başlıklar oluşturmakta. Bunlar sırasıyla ele alınacak olursa, ilkin “kalıplarla örülü” anlayışları bir türlü elden bırakmayışımızın dikkat çektiğini söyleyebilirim. Bu toplumsal bir hastalığımız; özellikle kötü alışkanlıklarımızdan vazgeçemeyen bir toplum yapımız var. Üretilen, sanat adına her ne ise, üretim yapıldığı dönemde ve öncesinde bilinen tipleri, üslupları tekrarlamaya ve yeni bir şey katmadan ilerlemeye bayılıyoruz. Evet, işin garip tarafı da buna ilerleme diyor ve toplum olarak kendimizi kandırıyoruz. Böyle yapıp, bir de yaratıcı ve çağdaş olan sanata ilişiyoruz diyoruz, işte o zaman da büyük bir tehlike yaratmış oluyoruz. Ülkemizde yetenekli kimselerin sıklıkla tercih ettiği bir durumdur “kalıplara göre davranmak”. O ne der, bu ne der korkusunu devamlı taşıyan insanımız kalıplarını kıramıyor, dolayısıyla da ortaya yeni bir dil veya üslup/tavır da çıkmıyor.

Sanatımızın başındaki bir başka bela da “tekrarlamayı” sevmesi. O zaman da, sanatın hemen her dalında özellikle biçim, yan tarafta içerik bağlamlarında tekrarlara düşmek bir amaçsızlık işareti oluyor bizim için. Toplumumuzda birçok amaçsızlık örneğine rastlamış olmak da, bu söz konusu olumsuzluğun maalesef ciddi bir göstergesi. Kendini tekrarlayan, risk de almaktan korktuğu için, yine yeni bir dilin doğmasına neden olamıyor. Sonuç, üretilenlerin birbirine benzemesi.
Üçüncü bir baş belası da “dekoratiflik”. Atalarımızın, mimarlığa gösterdiği yakınlığın ve verdiği değerin haricinde küçük el sanatlarına, dolayısıyla dekoratif olan şeylere düşkünlüğü, net bir şekilde bilinen ve genlerimize işlemiş bir özelliğimiz. Bu özellik de, ele alınan her sanat dalında bizi dekoratif kılıyor. Ülkemiz sanatçıları eğer yaratıcı olamıyorsa, bunun altındaki en büyük etken dekoratif olmalarıdır.

Son ve dördüncü bela da sanatımızın “İllüstratif” olması. İllüstrasyon bir metni veya düşünceyi tasvir etme amacıyla ele alınan bir özellik aslında. Yaratıcı çağdaş sanatınsa neyi, nasıl ve ne şekilde tasvir edeceği hiç belli olmayan bir şey. Çağdaş sanat herşeye, görünen, görünmeyen her şeye el atabilir oysa. Hatta bunu gizemleştirdiği oranda da yaratıcı olmaya adaydır. İllüstratif olmaksa, bunu engelliyor.

Yukarıda yazdıklarım, siyasetimizin, politikamızın, eğitimimizin, kısacası toplumu toplum yapan tüm değerlerin içinde negatif meseleler olarak dikkati çekiyor. Yani burada yine sanattan yola çıkarak dile getidiğimiz dört olumsuz fenomen, toplumsallıkla bağıntılı olan her konuyla da yakından ilgili. Politikada bile son elli yılın politikalarını yapanların nasıl mağlup olduğu, hep benzeri romanları yazıp okurunu sıkan yazarların olumsuz durumu, göstergelerinde hiç değişmeyen sinemacıların geleceğinin olmadığı, vb. birçok konunun durumları ortada.

Burada size ilginç bir örnek vererek yazımı sonlandıracağım: Teşvikiye Milli Reasurans Sanat Galerisi’nde bir Nuri Bilge Ceylan fotoğraf sergisi izlemiştim, geçmiş yıllarda. Bu sergi, yönetmenin filmlerindeki enstantanelere benzeyen karelerden oluşmaktaydı (tekrara düşmek). Bu kareleri ise çok kötü çerçeveler çerçevelemekteydi. Eğer amaç “kiç (kitsch)” bir üslup yaratmak değilse (ki değildi), o kötü çerçevelerin böyle bir sergide yer alması, bir sanatçının asla yaratıcı olamadığının, yani yaratıcı sanatın istediği bütünselliği ele alamadığının ciddi bir göstergesiydi eleştirellik açısından. Her yanı, öğesi, vd. yanlarıyla yaratıcı sanatı bir bütün görmeden, ona ulaşmanız çok zor. Tam bunları düşünürken de dün bir film izledim: Lech Majewski’nin yönettiği ve Rutger Hauer, Oskar Huliczka, Charlotte Rampling’in oynadığı 2011 yapımı “The Mill and the Cross”. Sinemada yaratıcılığın resim sanatıyla, dolayısıyla görsel sanatlarla olan bağını o kadar iyi ve sağlam bir şekilde ortaya koyuyordu ki, bu filmi Lars von Trier’in bile izleyip, kendine dersler çıkarması gerekir ki, bizden de Nuri Bilge Ceylan’a bu filmi ısrarla önereceğim. Bu yönetmenimiz o zaman sanatın, ikonografinin, teolojinin, kostüm tasarımının, mekân saptamalarının nasıl bütünlüklü bir dil olduğunu böylece anlamış olur ve belki kendini yavanlıktan kurtarabilir diye düşünüyorum.
Kısaca görsel sanatların en alt birimi olan resim sanatının yapısını ve özellikle de yaratıcı sanat tarihini tam olarak fark edip, anlamadan, sanatın herhangi bir dalında bir şey yapmanız mümkün değildir. Bunu umutsuzluğa düşülsün diye söylemiyorum; fakat bu tam bir gerçek, maalesef…

Dr. Özkan Eroğlu

yunanistan golden visa yurt disi emlak 2024
Konserler

Özkan EROĞLU

Özkan Eroğlu yazılarını Türkiye ve Dünyanın en objektif gazetesi NationalTurk ile takip edin.

4 Yorum

  1. bcakmak, tepsitlerinize tamamen katılıyorum. GSF’lerde sanat tarihi dersleri gerçekten de hiç önemsenmez, oysa teori olmadan uygulama olmaz. bunu bilmek bile bir felesefe işidir zaten.

  2. Elinize sağlık. Ben de görsel sanatlar mezunu olarak nacizane şunu eklemek isterim. Günümüz sanatçılarının en önemli eksiği bence ‘felsefe’. Yaratacakları sanat eserini felsefi bir altyapıya oturtamıyorlar. Bu durumda sanat tarihi bilgisizlikleri ön plana çıkıyor. Günümüz üniversitelerine bakın, sanat fakültelerinde bile kaç kişi ‘sanat tarihi’ dersini ciddiye alıyor (hocalar dahil). Biraz uzattım ancak böyle devam ettiği sürece sanatçılarımız ‘audience’ ı anlayamayacak ve kendi kendilerine çalıp oynamaya devam edecekler.

  3. Hocanın bir üslubu var o üslup ne ise o, değişmez, konuşur gibi, heyecanlı ve en önemlisi donanımlı olması….

  4. eleştirilerinize katılıyorum.ve fakat yazınıza birazcıkta edebi lezzet katsanız okunması daha keyifli olacaktır..saygılarımla.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Maldivler Turu
Başa dön tuşu